1992'de Partizan, 1994'te Badalona ve 1995'te ise Real Madrid Basketbol Takımı ile Euroleague'i kazandı. 1999-2012 arasında çalıştırdığı Panathinaikos Basketbol Takımı ile 5. kez Euroleague şampiyonu, 11 kez Yunan Ligi şampiyonu olarak rekor kırdı. 2007 ve 2011'de Avrupa'da yılın koçu seçildi. 1997'de Yugoslavya Millî Takımı'nı Avrupa Basketbol Şampiyonası'nda şampiyon yaptı, 1999 Avrupa Basketbol Şampiyonası'nda ise 3.'lük kazandı. 1998'de Yugoslavya Millî Takımı'nı FIBA Dünya Şampiyonası'nda şampiyon yaptı. Ayrıca 1996 Yaz Olimpiyatları'nda Yugoslavya Millî Takımı'nı 3. yaptı ve bronz madalya kazandırdı.”

Kariyeri muhteşem tabi ki;

Bizim ülkenin koşularında bazen kariyerin önemi olmaz, çok örneklerini de yaşadık.

Ama Obradovic’in şanslı olduğu konu Türkiye’de futbol değil de basketbol antrenörlüğü yapmasıdır.

Ya bizim şansızlıklarımız…

Örneğin; ata sporumuz olan (!) futbolun başından, sonundan bir şeyler bilmenin yeterli olması. Futbollun kullanılma şekli ve tartışma seviyesinin farklılaştırılması ve sonrasında; en uzak ve görülmez yerlerde bile kıyasıya yorum yapabilen insanların ortaya çıkması.

Bu da bir ‘tür’ cesaret unsurunu ortaya çıkardı.

Tabii ki bu ‘tür’, futbol için de, bizim için de sıkıntılı bir durum.

Neticede gelinen noktada ortada.

Ama basketbol öyle değil.

En önemli kendini koruyucu unsuru; oynanan oyunların tamamının bir set üzerine kurgulanması ve buna uygun hücum ve savunma ayrıcalıklarının stratejik olarak oluşturulmasıdır.

İşte bu noktada ortaya çıkan ayrıcalık; bilen kişilerin yorum yapma zorunluluğudur.

Yani; Erman Toroğlu, Sinan Engin, Ahmet Çakar ve Rıdvan Dilmen yok.

Olayın güzelliğine bakar mısınız!

Ve Aziz Yıldırım tribünde!

Çünkü bilmiyorlar.

Aslında futbolda da yetersizliklere rağmen, geçerli olan bir ‘tür’ cesaretle konuşuyorlar.

Obradovic kendi işiyle baş başa, kimseyle uğraşıp enerjisini boşa harcamıyor.

Yukarıda saydıklarım isteseler de eleştiremezler, çünkü basketbolu bilmiyorlar, isteseler de öğrenemezler, buna katlanacak ne donanımları ve ne de zamanları var. Olayın güzelliği burada da devam ediyor.

Haliyle Obradovic kendi kaderinin efendisi.

Biz ise futboldaki ilişkilerinden dolayı onların kaderinin esiri oluyoruz.

Şansız olan biziz.

Ayrıca; Obradovic oyuncu olarak da hem olimpiyatlarda hem de dünya şampiyonalarında madalyalar kazanmış ciddi kariyere de sahip.

Hiçbir şekilde yöresel bir figür olarak kalmamış. Aksine evrensel bir figür olarak hem sporcu, hem antrenör olarak kariyerini sürdürmüş.

Fenerbahçe’nin Final-Four turnuvasını kazanma şansı o yüzden var.

Kariyer ciddi emek harcanarak kazanılır. Hiçbir şekilde dış etki sayesinde kariyer elde edip kalıcı olmak mümkün olamaz.

Sürdürebilir başarının donanımlarına sahip değilseniz, ister araya sponsorlar girsin(!), ister ülke liderleri(!) girsin kalıcı kariyer elde etmek mümkün olmaz.

Obradovic önümüzde çok iyi bir örnek.

Sessiz, sakin ve kendinden emin bir yalnızlığa sahip.

O hayatı boyunca; yalnızlığın içini doldurma kaygısı ve başarılı olma gerekliliği sonucu da başarıya ulaştı.

Diğer önemli mesajı; kimsenin işine karışılmaması ve işine saygı duyulması gerekliliğidir. Hele hele antrenörlük gibi tüm değişkenlikleri iyi inceleyip analiz yapılması gereken bir mesleğe asala karışılmaması gerekliliğidir.

Herkes haddini bilmek zorunda; bu kötü niyetli bir beklenti değil, bu olması gerekene ulaşmak ve başarıyı, istikrarı yakalamak için bir işbirliği ve iş bölümüdür.

Bizim sıkıntımız bu noktalar.

Hiç kimse bilgi eksikliğinden dolayı kendini aşamadığı için ve bunu kabul edemediği için, karşı tarafı tırmalayarak ego tatminin peşinde.

Sporun evrensel yapısı yöresel beklentilere ve bunu sağlayan alt kültür başlıklarının uygulanmasına uygun değildir ve her zaman reddeder.

Obradovic bizim için çok iyi bir analiz figürü.

Başta Azizi Yıldırım olmak üzere herkesin kendisine alacağı bir pay var.

Yoksa var olan hüsranlara devam etmek zorundayız.