Deli Dumrul’un susuz derenin üzerine köprü kurup, “geçenden beş akçe, geçmeyenden dayakla on akçe” aldığı günlerin üzerinden neredeyse altı yüzyıl geçmiş

Deli Dumrul’un susuz derenin üzerine köprü kurup, “geçenden beş akçe, geçmeyenden dayakla on akçe” aldığı günlerin üzerinden neredeyse altı yüzyıl geçmiş. O günlerden bu günlere Deli Dumrullar kendilerini giderek geliştirmiş ve devlet mekanizması içerisinde soygun ve talanın asli unsurları olmuş ve soygunu yasalaştırmışlar. Başbakanlar, bakanlar, bürokratlar kamu olanaklarını kullanarak soygunda rol alırken bankalarıyla, müteahhitleriyle, holdingleri ve tröstleriyle özel sermayenin de önünü açmayı ihmal etmemiş ve soyguna ortak etmişler. Soygunun yerel ayağını da belediyeler oluşturmuş durumda. Kentleri yağmalama yarışında sınır tanımıyorlar. Yerel yöneticiler, belediyeleri borç batağına sokarken her fırsatta kent rantını çeşitli atraksiyonlarla cebe indirmede gün geçtikçe ustalaşıyorlar. Bir kısım soygun ise öyle atraksiyonlara falan gerek duyulmaksızın tamamen yasalar ve encümen kararlarıyla uygulanıyor. Harçlar bir çırpıda haraca dönüşüveriyor.

Geçen hafta içerisinde Ankara Büyükşehir Belediyesi ve Yenimahalle Belediyesi sözleşmişler gibi kapıma birer tebligat bırakıp haraç ödemem için huzura çağırdılar.

Sitenin ön kısmındaki sokak Yenimahalle Belediyesi, arka kısımdaki cadde yani Mevlana Bulvarı ise Ankara Büyükşehir Belediyesi sorumluluğunda. Her ne kadar Gökçek’in Yetmiş gün altgeçitleri gibi birer ölüm tuzağı olmasa da TES-İŞ binası önünde her yağmurda göllenen ve bata çıka geçmek zorunda olduğumuz sokağımız altyapı sorunları halledilmeden, biz semt sakinlerine sorulmadan asfaltlanmış olup Yenimahalle Belediyesi’nce 2464 sayılı kanunun 86 ve 94 maddeleri gereği (kanuna özellikle atıfta bulunuluyor) yol harcamalarına katılma payı tahakkuk ettiriliyor. Yenimahalle Belediyesi tahakkukta bulunur da Gökçek boş durur mu? Hemen ertesi gün, o da yine bizlere yani semt yaşayanlarına sormadan, ortası genişçe ve ağaçlıklı refüjü daraltıp, ağaçları katledip, yolu birer şerit genişleterek ve de mevcut trafik yoğunluğunu artırıp, trafik gürültüsünü iki katına çıkartarak yol çalışması(!) yapıyor ve parasını da (yine aynı kanunun aynı maddelerini sopa gibi sallayarak) benden istiyor. Yani her iki belediye de benim, yani semtte yaşayanların görüşlerini hiçe sayarak istemedikleri, arzu etmedikleri çalışmaları yapıp bir de üstüne üstlük para talep etmekteler. Bunun adı haraçtan öte bir şey olsa gerek. Konya yolu yani Mevlana Bulvarı’nda karşı kaldırıma geçmek için yağmur ve karda yüzlerce metre yol kat edip çoğu asansörü çalışmayan, kışın buz kaplı, üst geçitlere mahkûm edilen bizlerden pek çok iş yapmış gibi vergi tahakkuk ettirmenin adı açıkça haraçtır. Kenti yağmalayanlar kenti özel çıkarlarına göre yeniden dizayn ederlerken o kentin içinde yaşayanları yok saymaktalar. Aslında yok saymaktan öte yaşam koşullarına müdahaleden uzak tutup “hiçleştirerek” hegemonyalarını pekiştiriyorlar. Yani ben Deli Dumrulum, her halükârda biat edeceksin demeye getiriyorlar.

Kentin sahibi olanların “kent hakkı” talepleri ise ya zorbalıkla karşılanıyor ya da en hafifinden göz ardı ediliyor. Metin Yeğin’in geçen günlerdeki “Ulaşım” başlıklı yazısını okurken bir kez daha dikkatimi çekti; bir süredir üzerinde çalışmakta olduğum “enerji yoksulluğu”na dünyada yeni yeni dikkat çekilmeye çalışılırken ulaşımın enerji yoksulluğu argümanları olan su, ısınma ve pişirme ile elektriğin ısrarla dışında tutulduğu gerçeği. Toplam hane gelirinin yüzde 25’i içerisine ulaşımı da soktuğunuzda – ki böyle olması gerekiyor- kentlerde enerji yoksulu oranı rahatlıkla yüzde yetmişleri bulacaktır. Bu durum kentlilerin nasıl soyulduğunun ve kent yaşamının her geçen gün nasıl bir eziyete dönüştüğünün bir kanıtıdır.

Soygun ve talanın dışında Gökçek’in bir de Mamak otobüs seferleri uygulaması vardır ki iş soygundan öte hak kısıtlamalarına, zorbalığa kadar dayanmaktadır.

Şüphesiz yerel yöneticilerin bu soygun ve hak gaspları, kentliyi haraca bağlamalarının hesabı sorulmalıdır. David Harvey’in dediği gibi kentlinin “kent hakkını” talep etmesi, kentleşme süreçleri ve kentlerimizin yaratılma ve yeniden yaratılma biçimleri üzerinde bir tür şekillendirici güç sahibi olmayı radikal bir biçimde talep etmeleri kaçınılmaz olmaktadır.

Kentli; “Bana zulüm gelen, yaşamak için korkunç ve pahalı bu devlet yıkılası duvarlarıyla benim zindanımsa lanet olsun ona” diyerek kenti terk etmeli midir, yoksa “Hayır! Bu kent, bu yöre benim yaşam alanımdır” deyip zorbayı mı def etmelidir?

Birincisi, daha önceki yazılarımda da dile getirdim; Buenos Aires’teki komşu konseyleri, Filistin’deki Sha’biya Halk Komitesi, Belem’deki İl Konseyi (hatta Çocuk Konseyi), Kerela ve Bengal Bölgesi köy konseyleri ve yakın geçmişimizdeki “Direniş Komiteleri”, “Birleşik Muhalefet” söylemi özünde yeniden yaratılır ve örneklendirilirse kent derebeylerinin şatoları çatırdayacaktır.

İkincisi, zorbanın haracına ve talanına karşı bir başka direniş biçimi de; “Ödemiyorum” diyebilmektir. Ben kendi payıma bu Deli Dumrullara “Ödemiyorum” diyeceğim. Hem beş yerine on akçeyi gözden çıkararak hem de dayağı göze alarak. Çoğalırsak, Deli Dumrul’u köprüden aşağı atar, susuz derenin kumlu toprağına gömebiliriz. Yapabiliriz…