Ülke hızla bir çöküntüye sürükleniyor. Hukukuyla, kurumlarıyla, ekonomisiyle, kadınlarını ve ormanlarını bile koruyamayan üst yönetim eliyle batırılıyor.

Kuşkusuz öldürülen kadınlar geri gelmez ancak diğer kayıpların birçoğu, çok ağır maliyetle de olsa düzeltilebilir; ülkenin yönetim anlayışı yeniden rayına oturtulabilir.

Ancak, bir konu var ki, niteliği nedeniyle, düzelmesi hiç de kolay değil.

Bu alan ülke bilimidir. Bilim insanlarının sürekli olarak baskı altında tutulması ve kurumlarının yıkımı diğerlerine göre birikimli bir biçimde çok daha ağır ve onarılması çok daha güç, çok daha zaman alıcı ve giderek olanaksız sonuçlar doğuruyor.

AKP-MHP yönetimi, yıllardır, bilinçli olarak bilim, işin gerçeği, bilimsel bilgi düşmanlığı yapıyor.

Çalışmalarının bilimsel olması gereken tüm kurumların, özellikle de TÜİK ve Merkez Bankası’nın, içler acısı durumunu, tüm toplum, yaşıyor.

Gerçekte, eğer bu ülkenin üniversitelerinin bilimsel özerkliği; daha doğrusu bu ülkede bilimin b’si olsaydı, bu iki kurum bugünkü durumuna düşmez; toplumun bilimle ilgili kılcal damarları böylesine kurutulmazdı.

Sürdürelim; eğer üniversite gerçek üniversite olsaydı, ülke yönetimi bilime göre çalışır; ülke yangın yerine dönerek çölleşmez; dere yatakları kötüye kullanılmaz; göller ve denizler atık yatağı olmaz; adının önüne Prof. yazan birçok kişi sabah akşam TV’lerde bu topluma yalanları sıralama gibi, her bakımdan utanç verici bir çabaya girişemezdi; üniversite topluluğunda bilimsel çalışmaların çalınması bu kadar yaygınlaşamaz; özelde de, tamamıyla hukuk bilimine aykırı biçimde ülke hukuku biçilirken sayıları 120’yi bulan hukuk fakülteleri sus-pus olmazdı. Dahası, bilim insanları başka ülkelere göç etmez; üniversiteler dünya sıralamasında her yıl gerileye düşmez; Türkiye kaynaklı bilimsel yayınlar giderek azalmaz, tersine artardı.

BÜYÜK ÇÖKÜNTÜ

AKP-MHP iktidarının bu ülkenin kuruluş değerlerini tümüyle silmek için nasıl uğraştığı sayısız örneğiyle, biliniyor. Silmek istenilen değerlerin en önemlisi ve uzun dönemde her türlü ilerleme açısından gerçek anlamda yaşamsal olanı, bilimsel bilginin yol göstericiliğidir.

İktidar, yalnız bütün olarak eğitimi değil, tüm toplumsal yapıyı bilimden uzaklaştırıyor.

Ülkenin üniversitelerinin en başarılı olanları, önce Boğaziçi, şimdi de ODTÜ, bilinçle seçilerek, bilerek ve isteyerek yok ediliyor.

Geçtiğimiz günlerde ODTÜ Ankara’da Sibel Bekiroğlu ve Mehmet Mutlu, ODTÜ Kuzey Kıbrıs Yerleşkesi’nde de Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Programı Öğretim Üyesi olarak görev yapan Doç. Dr. Yonca Özdemir ve öğretim görevlisi Serhat Selışık görevlerinden uzaklaştırıldı.

Bu noktada önemli bir soru sorulmalı: Bilim insanları kovulurken aynı işlem kitaplara da yapılıyor mu; örneğin, ODTÜ kütüphanelerinde yasak kitap uygulaması var mı?

Bir anımsatma yapayım. Bilim insanının üç ana görevi vardır; araştırma yaparak bilgi üretimine katkı yapmak; öğrencilerini iyi eğitmek ve bilimin toplumsallaşmasına çalışmak.

ODTÜ’den uzaklaştırılan adı geçen bilim insanlarının görevlerini başaramadıkları için kovuldukları asla söylenemez; tam tersine, örneğin, Doç. Dr. Yonca Özdemir’in bu görevlerini eksiksiz yaptığı ve uluslararası düzeyde önemli yayınlara imza attığı çok iyi biliniyor.

Doğrusu, bilimselliğin geçerli olduğu ülkelerin üniversitelerinde, aday, bilimsel yeterliliğini kanıtlayarak işe alınır; bu bilim insanı kovulmaz, bilimsel olarak başarısız ise kendisi görevini bırakır.

Bilim insanlarının kovulması, diğer yönüyle de, çok olumsuz sonuçlar veriyor; geriye kalanlar ya da atılmayanlar, şaşkına dönüyor; ne yapacaklarını bilemiyor; araştırma ve yayın yapmaktan korkar hale geliyor. Bu korku, bilimi daha da yok ediyor.

NEREDEN NEREYE?

12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1981 faşist darbelerine dek, bu evrensel ilke çok büyük ölçüde geçerliydi. Bu noktada, 5 Mayıs 2022’de yitirdiğimiz değerli arkadaşım Prof. Dr. Rona Aybay’ın, ODTÜ’nün bilimsel özelliklerinin sürdürülebilmesi için, 70’lerin sonlarında, tüm ODTÜ bileşenleriyle birlikte verdiği büyük uğraşın vurgulanması gerekiyor.

Ancak, bugünkü durum ile o yılların durumu arasında çok önemli bir nitelik farkı var; o günlerde Ankara’da hâkimler vardı; Aybay ve benim de içlerinde bulunduğum diğer 1402’likler, Danıştay kararıyla görevlerine dönüyordu. 12 Eylül faşizmi Danıştay’a başvurulmasına engel olmuyordu

Yine anımsanacağı gibi, 2016 yılında bir KHK ile görevine son verilen binlerce bilim insanına yargıya gitme hakkı tanınmadı.

Şimdi soru şu: Son günlerde ODTÜ’den uzaklaştırılanlar, kamuoyuna açıklandığı gibi, yargıya gidiyor. Bakalım Türkiye ve Kuzey Kıbrıs idari yargısı bu ülkenin bilimsel olarak da çöküşüne dur diyebilecek, en azından 12 Eylül faşizminin Danıştay’ı kadar, hukuka bağlı davranabilecek mi?