“Sanatın işi seçeneklere ışık tutmak değil, insanın kafasına durmaksızın silah dayayan dünyanın gidişine salt kendi formuyla direnmektir”.

Ödüllerde itiraf, ödüllerde ikrar
Fotoğraf: DepoPhotos

Sercan Meriç

Beni böyle uzun sev
Gölü delirt
Tutuştur suyun kanını
Gonca Özmen – Belki Sessiz

Bir insan ömrü için çok uzun denilecek vakitlerin gasp edilmesinin kahrını yaşadık. 20 yıl geçti aradan. Bu topraklarda geç 1960’larda solcu, anti emperyalist, bağımsızlıkçı gençlerin attığı tohuma karşı Amerikancı, emperyalizme sırtını dayayıp palazlanan siyasal İslam fikri iktidar oldu. Dediğimiz gibi 20 yıl geçti aradan. Siyaseten, ekonomik açıdan bir sürü maraz hasıl oldu. Böyle salgın bir hastalığın önce vücuda olumlu etkileri varmış tevatürüne dayanarak, kimileri muhafazakar devrimle selamladı 20 yıl önceki gelişmeyi, kimileri Evren statükosunun yıkıldığına ve Türkiye’nin tam demokratikleşme sürece girdiğine dair sanrılara kapıldı. Oysa ne farkı vardı “Benim memurum işini bilir” diyenle, “Esnaf yeri geldiğinde askerdir” diyenin? Tabii ki hiçbir farkı yoktu, hem sınıfsal hem de kültürel açıdan…


Kültürel demişken, mesele çok çetrefilli ve bir o kadar da netamali. Kültürel olanın sanatsal olanla aynı anlama geldiğine dair ezber var mesela. Galat-ı meşhur diyorlar. Ekseriyetin, çoğunluğun, kamunun anladığı bizim de anladığımızdır öte yandan. Bu yazı da sınırlı bir zamana eğilmiştir ve o zaman son 20 yıldır. Evveliyatla ilgili zımni sorgulamaları kabul etmekle birlikte şunu söylemekte de beis yoktur: Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Cemal Sürey(y)a, Turgut Uyar, Attila İlhan ve nicesi, hatta İsmet Özel’i, değil midir ki bugünlerde ve dünlerde küfredilen Cumhuriyet rejiminin ve fikri temaşasının sonucu değil midir?

Cumhuriyet demişken… Kültürel ve sanatsal alandan, hatta toprağı bol olsun tiyatro eleştirmeni Ragıp Ertuğrul’un “sanat kültürü” tabirinden ilerlemek de evladır. “AKP denilen siyasal İslam taşıyıcısı zaviyesinde sanat kültürü alanında ne oldu” mesela diye bakmak, aslında sanata nasıl bakılmaması gerektiğinin de derslerini barındırır içinde…

Dedik ya, 1960’ların sonuna doğru hikayeyi götürmek mümkün. Mesela 6. Filo’ya karşı İslamcıların nasıl secde ettiğini incelemek bir fikir verir. Ancak biz hikayeyi, siyasal İslamcıların 1994’teki büyük kentler kazanımlarıyla sınırlamakla yetineceğiz.

Mesela dün de bugün de hayatımızda karikatür karakteri olması gereken, ancak 2019’da görevinden şutlanan, çok uzun yıllar Ankara’yı yöneten Melih Gökçek’in 1994’te Mehmet Aksoy’a ait heykelle ilgili “Tükürürüm böyle sanatın içine” demesi sembolik açıdan çok önemlidir.

Bu siyasal İslamcıların sanata bakışını yansıtan bir anlayıştır. Tesadüf değildir ki, yine heykeltraş Mehmet Aksoy tarafından 2006’da yapılan ve Kars’ta sergilenen “İnsanlık Anıtı” da dönemin Başbakanı, bugünün Cumhurbaşkanı olan siyasal İslamcı siyasetin “en muktediri” Recep Tayyip Erdoğan tarafından “ucube” olarak değerlendirilmiş ve 2011’de söz konusu heykelin yıkımına başlanmıştı. Bu söylem siyasal İslam anlayışının sanata ve sanatçıya bakış açısını yansıtması açısından iyi bir örnek olmakla beraber sınırlılıkları ve cüreti bağlamında iyi bir göstergedir.

O gösterge mesela 2014’ten sonra bambaşka bir muhteviyata erişmiştir. 10 Ağustos 2014’te Erdoğan’ın ilk kez Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından bunu net bir şekilde görebiliriz. Öyle eski arabeskçiler, küflenmiş popçular, iktidar medyasının dizilerinde arz-ı endam eden oyuncularla değil, tam tersi toplum nazarında laik-seküler-sosyal demokrat veya sosyalist kimliği ile tanınan sanatçılara verilen ödüller dolaysız örneklerdir.

Mesela ilk 2015’te sinema dalında Münir Özkul’a verilmiştir ödül. Münir Özkul denince, tiyatro geçmişiyle beraber, bana kalırsa “Bak beyim, sana iki çift lafım var” repliği ile hafızalara kazınmış Yaşar Usta’dır orada akla ilk gelen…

Bir sonraki sene sağcıların “suç ortaklığı” ile nasıl bu memleketi çürüttüğünü sayısız filmde serimleyen Yavuz Turgul’dur ödüle layık görülen…

Ondan sonra 2018’e geliriz. Türker İnanoğlu’na verilir ödül. İnanoğlu’nun sonrası belki AKP ile yapımcı olarak ilişkileri bağlamında ses çıkaramayacağı bir noktadır ama evveliyat öyle demez…

2019’a geldiğimizde mimarlık alanında Doğan Kuban, ki memleketteki çarpık kentleşmeyle ilgili en net tepkileri getiren bir bilim insanı, ödül aldı. Sanat alanında Devrim Erbil, müzik alanında MFÖ ödüllendirildi. Bu arada MFÖ denince de, iktidara yanlaması besteciliği kadar başarılı olan Mazhar Alanson’a itirazımız olsa da “Asabiyiz Biz”…

İşte, 2020’ye geldiğimizde sinema ve edebiyat alanında bizi bize anlatmak için hakikati bükmeyen Derviş Zaim, ödüllendirilenler arasındaydı.
2021’de ise vefa ödülü Kemal Tahir’e verildi. Diğer ödül sahibi Cüneyt Arkın’dı. Ve dünyaca ünlü piyanistimiz, Cumhuriyet rejiminin kattıkları ile yeteneğini geliştiren İdil Biret ödüle layık görüldü.

Şimdi geldik 2022’ye… Sinema alanında Yılmaz Erdoğan, müzik alanında Ajda Pekkan, tiyatro alanında Ayla Algan ödüle layık görüldü.

Erdoğan, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra verilen bu ödüller birçok şey anlatıyor. İkrar, itiraf ve Erdoğan’ın kültür savaşları yaratarak oy olma peşinde koşarken aslında sanatı nasıl ötekileştirildiği… Hepsi bir anda zuhur ediyor hafızalarda.

Mesela Erdoğan’ın 2017’de AKM’nin yeni proje lansman toplantısında dedikleri hafızalardaki yerini koruyor: “Türkiye taklit seviyesinin bile gerisinde bir kültür üretimine mahkum edilmiştir.”

Mesela Erdoğan’ın propaganda bakanı Fahrettin Altun’un söyledikleri hafızalardaki yerini koruyor: “Siyasi hegemonyanız bitti, kültürel hegemonyanız da bitecek...”

Ama işte hayat öyle ilerlemiyor.

Cumhurbaşkanlığı makamına oturmuşken, orada rahat etmek için hukuksuzca bir Saray inşa etmişken, siyasal iktidarını tahkim etmek için bin türlü hukuksuzluğa başvurmuşken bile sanat senin ele geçiremediğin, siyasal İslamcı, gerici, ilkel anlayışına ayak uydurmuyor. Belli ki uydurmayacak da…
20 yıllık iktidarında, hatta belediye başkanlığı döneminde dahi dünyaya anlatabileceğin bir hikayen yokken nasıl olsun?

Sanat ve sanatçı öyledir çünkü… Sanatçıları, gazetecileri 5. kol faaliyeti yürüttüğüne dair iddialarla lekelemeye, ötekileştirmeye, hedef göstermeye çalışsan da, “Guernica” isimli bir tablo diktatörün ne olduğunu ortaya koyar. “Taklit” diyerek kendi “müşterilerine” hedef gösterdiğin hikaye anlatıcıları, sanatçıları memleketin ne olduğunu bitmek bilmeyen canlı yayınından çok daha iyi gösterir. Tam da Adorno’nun dediği gibi: “Sanatın işi seçeneklere ışık tutmak değil, insanın kafasına durmaksızın silah dayayan dünyanın gidişine salt kendi formuyla direnmektir.”

1968’lerden 2013’e ve bugüne: Direnişe devam. Bugün ve yarın da emekten yana, emekçinin kafasına durmaksızın silah dayayanlara direnerek…