İnuit bir rehberin eşliğinde Arktik tundrada seyahat eden bir doktor tipiye yakalandıklarında korkmuş ve bağırmış: “Kaybolduk!” İnuit rehber istifini hiç bozmamış: “Kaybolmadık, buradayız” (Alberto Manguel, Merak, YKY). Göz gözü görmeyen bir ortamda ev ve bizi eve götürecek işaretler görünmez olduklarında telaşa kapılıyoruz. Telaşa kapılmayın, bir yere gitmedik, buradayız, evimizde. Sadece zihnimize kazınmış mekân haritası, şu an içinde bulunduğumuz mekân ile örtüşmüyor artık. Yerimizi saptamaya yarayan tüm referans noktalarını yitirdik. Yer değiştirmesek de hızla değişen toplumsal ve politik peyzajla birlikte yerimizden edildik. Referans noktalarınızı yitirmişseniz, kaybolmuşsunuzdur. Evdeyiz, ama aynı zamanda evde değil. Tuhaf bir duygu, Manet’nin resmettiği türden: ‘“Onun fırçası altında “evinde”-”yabancı” ikiliği dağılır, zira aşina yerlerin imgeleri bizatihi garip ve yabancı hallere bürünür”’ (Sennett, Yabancı, Metis). Krokide bulunduğumuz yeri, “Buradasınız” diye gösteren levhalar bize yabancılığımızı hatırlatır. Sık sık hatırlatmak gerekiyor.

Önceleri pek kaybolmazdık. Denize açıldığımızda kerteriz alacağımız kıyı, hep gözümüzün kıyısında olurdu. Sonra kıyı giderek gözden kayboldu, kıyıyla birlikte tüm referans noktaları da. Bir zamanlar katı olan her şeyin hızla buharlaşması gibi, bulunduğumuz konumu, kimliğimizi belirleyen, yaşamlarımızı anlamlandıran kerteriz noktaları da hızla sıvılaştı. Kaybolduk. Ve yüzeye çıkan yeni referanslarla yeniden konum tespiti yapmak zorundayız, ama boşuna. Çok geçmeden o konumu da yitirecek ve yeni konumlara doğru yelken açacaksınız. Yaşadığınızın, kadim mitolojide anlatılan kahramanın yolculuğu olduğunu düşünmeyin sakın. Aksine, Baudelaire ve Aragon’un modern mitoloji kahramanları, hızla değişen kent peyzajının imgeleriyle sürüklenenlerdir. Modern kentler imge denizine dönüşünce, imge dalgalarıyla oradan oraya sürükleniyoruz. Artık evin yerinde yeller esiyor, açık imge denizlerinde plankton misali oradan oraya savruluyoruz.

Oysa Odysseus evinden hiç ayrılmadı. Kadim mitolojilerde kahramanı kahraman yapan, evinden hiç ayrılmamak ve evin yaşama düşman değerlerini her yere bulaştırmaktır. Bizim bir evimiz ve eve ait değerlerimiz var mı? Ev, aşina olmadığımız imgeler tarafından ele geçirilince artık evimizde bile kendimizi evimizde hissetmiyor ve hep yerinden ediliyoruz. Oysa Odysseus’u, evde başlayıp evde biten yolcuğu sırasında ne Lotus-yiyenler’in evi unutturan meyveleri kandırabilmiş ne de Sirenler’in baştan çıkarıcı şarkıları ayartabilmişti; o bildiğini okumuş ve eve ait olmayanları, yabani olanları, canavarları gözünü kırpmadan öldürmüştü. Öldürdükleri aşina olmadığı imgelerdi. Biz ise aşina olmadığımız imgeler tarafından baştan çıkarılmaya hazırız. Odysseus hazların peşinden koşmamak için kendisini gemisinin direğine bağlatmış ve gemicilerinin kulaklarını da balmumu ile tıkatmıştı. Odysseus evinden ayrılmamak için elinden geleni yaptı ve eve döndüğünde geride cesetler bıraktı.

Evimizi çoktan yitirdik, fakat evi ele geçirenlerin kendi zevklerine göre dayayıp döşedikleri evi hâlâ kendi evimiz sanıyoruz. Ve üstelik evin değerlerini ve peşine düşeceğimiz hazları bile onlar belirliyor. Madem imge dalgalarıyla yaşamaya alıştık, yeryüzünün dalgalarıyla da yaşayabiliriz. Dalgaların üzerinde bir ev inşa etmek. Ama bu ev, evi ele geçirenlerin “hepimiz aynı gemideyiz” safsatasındaki gemi olmasın. Onlar, bir an önce atılması gereken safralardır. Zapatistalar kendi serüvenlerini bir gemi yolculuğu olarak tanımlamışlardı: “(Ormandaki toplantı yerini örten) bu tente aslında bir yelkendir, oturduğumuz sıralar kürekçi sıraları, bu tepe muazzam bir teknenin gövdesi, sahne ise geminin köprüsü... Velhasıl ben de bir korsanım... hiçbir limanı hedeflemeyen sonsuz bir yolculuk” (Stavrides, Kentsel Heterotopya, Sel). Bu yolculuk, iktidarın yeniden ürettiği kahramanın yolculuğu değil; aksine hep birlikte kürek çekip, birlikte yaşamı çoğaltacağımız, arkamızda cesetler değil, filizler bırakacağımız sonsuz bir yolculuktur. Hazır yüzlerimizde maskelerimiz de var, Zapatistalar gibi bizim de kahramanlarımız olmasın. Ama mutlaka korsan gibi, “öfkeyle patlayan duyarlılıklarımız” olsun.