Reel politik yoktur, ehvenişer bulunmaz Odysseus’un aşkla, inatla sürdürdüğü uzun ve çileli yolu anlatan bu hikâyede, Homeros’un bu eşi bulunmaz destanında…

Odysseus İthake’ye nasıl ulaştı?

Gerçekçi görünen olasılık hesaplarıyla, teorinin ya da olumlu anlamda ideolojinin yarattığı sanrı ile geleceği çok net çizgilerle gördüğümüz kanısına kapılabiliriz. Determinizmin mutluluk salgılayan rüyasına kapılabiliriz. Ama gökyüzünden yeryüzüne indikçe, güncele yaklaştıkça harita ayrıntıları, engebeleri, vadileri, uçurumları, düzlükleri, aşılması güç, köprüleri yıkılmış tehlikeli nehirleri göstermeye başlar. Karanlıkta düşmanın ne yapacağını anlamakta zorlanırken pusulaya gereksinimimiz de artar. O nedenle de pusulanın yönümüzü doğru göstermesini, tehlikeli virajlarda bizi uyarmasını bekleriz. Elde pusula, önümüzde yol, varacağımız, hiç bir zaman yolun sonu diyemeyeceğimiz uğrak, artık adlı adınca söyleyelim siyasetimizi, stratejimizi daha baştan belirleyecektir. O uğrağın ne olduğunu, nasıl olduğunu enine boyuna tarif ederek yalnızca yolun bizden kahramanlıklar bekleyen çilesini değil, başaracaklarımızı en başta da sömürüye nasıl son vereceğimizi, kitapta yazıldığı gibi üretim araçlarındaki mülkiyeti nasıl kamulaştıracağımızı anlatırız. O kamuya devri zorunlu mülkiyetin de nasıl renk, ses ve beden değiştirdiğini, geçen zaman içinde nasıl hızla başkalaştığını görmek bizi umutsuzluğa sürüklememeli, kendini gizlemeye boşuna gayret eden, işgücünün en ucuz olduğu coğrafyalara kaçsa da sırrını herkese anlatarak, yalnız kendi ülkemizde değil, zaten bize bunun için enternasyonalist denilmiştir, her yerde izini sürdüğümüzü bilip bildirerek ulaşacağız sınırsız gelişmenin kapısını açacak uğrağımıza.

TARIHI NASIL YAPARIZ?

Marx’ın solcuların, sosyalistlerin ezbere bildiği Louise Bonaparte’ın 18. Brumaire adlı eserinin hemen girişindeki “insanlar tarihlerini kendileri yaparlar” diye başlayan cümle, ama diye devam eder; “ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerinde buldukları, verili, geçmişten devralan koşullar altında yaparlar.” Aslında bu satırların devamı daha öğreticidir. “Tüm ölmüş kuşakların geleneği yaşayanların beynine bir kâbus gibi çöker. Ve tam da şeyleri ve kendilerini dönüştürmekte, henüz ortada bulunmayan bir şeyi yaratmakla uğraşır göründüklerinde, tam da böylesi devrimci bunalım çağlarında, korku içinde geçmişin ruhlarını yardıma çağırır, dünya tarihinin yeni sahnesini eski oldukları için saygı duyulan giysilerle ve devralınan bir dille oynamak üzere onların adlarını, savaş sloganlarını ve kostümlülerini ödünç alırlar.” Bunun büyük ve çok değerli bir öğüt olduğunu düşünmüyor musunuz?

Uzun oldu, yine de önemli bir cümleyi daha aktarmama izin veriniz; “Yeni bir dili öğrenmenin başlangıç aşamasındaki kişi de, onu sürekli anadiline çevirir; ama yine bir dilin ruhunu içselleştirmesi ve o dilde serbestçe üretimde bulunması, ancak o dili kullanırken eskisini hatırlamadığı ve atalarına ait dili unuttuğu anda mümkün hale gelir.” (Fransız Üçlemesi; sf.149 Yordam Kitap) Alıntı bu kadar, yine de yanlış anlamaları önlemek için ekleyelim; yeni bir dili öğrendiğimizde eski dil hafızamızda kalır, sık sık o eskimeyen dile başvurur, rotamızı doğrultur, pusulayı elden bırakmayız.

Alıntı yapmayayım artık, ama mealen aktarayım hiç değilse; 21. yüzyılın devrimi geleceğe bakmalıdır; şiirini, şarkısını geçmişten değil gelecekten almalıdır, son bir cümle Marx’tan; çünkü başka türlü söylenemiyor; geçmişten kalma engelleri aşmadan adım alamayacağını bilen, kendisi olmak isteyen devrim “ölülere kendi ölülerini gömdürmek zorundadır.”

Umarım bu yazıyı zahmet edip okuyanlar Marx’ı Marx’a karşı çıkarma gafleti ile suçlamazlar beni. Söylenen ya da söylenmek istenen devrimci teoriyi içselleştirirken cesaretle yeni olanı arayıp bulmak, teorinin hazinesini ve ne şans ki pratiğin desteği ile zenginleştirmek zorunluluğudur.

REEL POLİTİK İLE EHVENİ ŞERİN KARDEŞLİĞİ

Devam edelim ve şimdi de karşımıza çıkacak büyük demagojiyi alt etmek için çaba gösterelim. Bu kolayca üstesinden gelemeyeceğimiz tehlike, bir çırpıda yenemeyeceğimiz hasım bu kez, “reel politik” kılığında karşımıza çıkacak, verili koşulları başka türlü yorumlayacak, “eh ne yapalım durum böyleyken böyle, fazla hayale kapılmayın” şaklabanlığı ile yutturmaya çalışacaktır. “Reel politik” bize her şeyden önce ütopyamızı, en önemlisi teorimizi bir kenara bırakmayı öğütler. Bunları bırakmadan yol alamayacağımızı, gerçeklere ki o gerçekler de pazarlıkçının kendi imalatı olan gerçeklerdir, uyum sağlamak zorunda olduğumuzu, anlattıklarının kaçınılmaz hakikatler olduğunu yeminle söyler. Bu reel politikçilere ilk söylenecek söz güneşin ışığını kesmemeleri, gölge etmemeleridir. Çünkü biz gerçeklere boyun eğmek, uymak değil onları değiştirmek isteyenlerdeniz…

Sık sık yinelenen, bizim de yinelemekten büyük bir zevk aldığımız 11. Tez de reel politikçilerin çarpıtmayı pek sevdiği tezdir. “Filozoflar dünyayı değişik biçimlerde yorumladılar, oysa sorun onu değiştirmektir” diye okudukları tezi bir çırpıda yerle bir ettiklerini anlatır, “yorumlamadan nasıl değiştirilebilir ki” diye ahkâm keserler. Çaktırmadan atladıkları “yalnızca” sözcüğü anımsatıldığında ise pişkince sırıtarak “ne değişti ki” derler. Tezin dünyayı yorumlamak ama yalnızca yorumlamakla yetinmemek gerektiğini, sorunun dünyayı değiştirmek olduğunu anlattığını duymak bile istemezler. Dertleri gerçeklerin enine boyuna analizi ile yetinilmesini sağlamak, devrimci eylemi gerekçesiz kılmaktır.

Reel politiğin ona yapışık, ayrılmaz ikizi ise “ehveni şer” politikacılığıdır. O da “Ne kurtarsak kâr” mantığı ile siyaseti engellemek, yolundan döndürmek ister. Oysa herkesin bildiği ehveni şerin, şerlerin en kötüsü, kötülüğün ta kendisi olduğudur. Şerrin, kötülüğün iyisi olmaz; kötüler içinden birini seçmek ölümü seçmektir. Reel politik de ehveni şer politikaları da zorla karşı karşıya kalındığında, ya da daha baştan durum umutsuz göründüğünde, geri çekilmenin kaçınılmaz olduğu fikrini sürekli empoze ederler. Daha güçlü görünenlerle bir araya gelme, böylece durumu kurtarma eğilimi ağır basmaya başlar. Bunun bedeli ise ilerlemek için yeni yollar aramak, nesnel değişiklikleri saptamak ve yeni bir strateji geliştirmek yerine kenara çekilip uygun zamanı beklemek, gerçekte yalnızca yoldan değil kendinden vazgeçmek olur. Ehveni şer, “bu kadarla yetinelim, evdeki bulgurdan olmayalım” diyen reel politiğin temel araçlarındandır; Marksizmin dünyayı, gerçeği değiştirmeyi öngören siyaset ilkesini geçersiz kılmak için rahatına düşkün sahtekârların sık sık dile getirdikleri siyasetsizliğin ta kendisidir.

***

Homeros’un Odysseia adlı uzun destanında Odysseus’un İthake’ye ulaşma savaşı, bin bir zorluğa, tanrıların ihanetine, oğlu Telemakhos’un sadakatine, eşi Penelopeia’ya göz koyan çıkarcı “taliplerin” sabırsız bekleyişine, sonunda İthake’ye ulaşmayı başaran Odysseus’un yiyici talipleri Hades’in ölüler ülkesine göndermesiyle biten uzun, çileli yolculuğu anlatılır.

Odysseus’un bu uzun yolculuğu, “metis” ile “phren” yani kavrama, anlama, düşünme yetisi ile hayatın karşısına çıkardığı güçlüklere dayanıp onları yenmek için çare ve çözüm bulma, plan kurma yeteneği ile tamamlayabildiği, sonunda İthake’ye böyle ulaşabildiği, Penelopeia’ya kavuştuğu anlatılır. İbret verici bir uzun öykü, bir destan, bir romandır Odysseus… Bu uzun hikâyede stratejiler, taktikler, acılar, sevinçler birbirini izler ama İthake’ye ulaşma hedefi hiç değişmez.

Reel politik yoktur, ehvenişer bulunmaz Odysseus’un aşkla, inatla sürdürdüğü uzun ve çileli yolu anlatan bu hikâyede, Homeros’un bu eşi bulunmaz destanında…