Elbette, kontrolsüz öfke davranışının insanın kendisine ve çevresine verdiği zararı yadsımak mümkün değil. Psikologların bu konuda kamuyu bilgilendirme sorumluluğu hissetmesi de gayet doğal.

Öfkenin vaatleri

ELİF OKAN GEZMİŞ

“Çünkü gerçekten de, hem socius’u hem özeli, hem bedeni hem ‘zihni’, hem ekonomik olanı hem paraya çevrilemeyen arzuyu, hem bilinçdışını hem kasıtlı programlamayı işin içine katmayan hiçbir özgürleşme mücadelesi bugün tahayyül edilemez.”1

Psikolojinin en temel ezberlerinden biri insanın sosyal bir varlık olduğu”, toplumdan ayrı düşünülemeyeceği” olsa da pratikte bu ilkesini ne denli uygulamaya koyduğu tartışılır. Bir süredir ruh sağlığı uzmanlarının, ağırlıkla da psikologların YouTube kanallarındaki videoları izliyorum. Yapılan yorumlardan anladığım kadarıyla pek çok kişinin faydalı bulduğunu da belirtmek zorunda hissettiğim bu videolarda tekrarlayan bir tutum göze çarpıyor: Güncel, sahici örneklerle ele alınan çeşitli konularda bireyselliğin veya ikili ilişkilerin sınırına dayanıldığı anda bir adım öteye geçilmeden geri dönülüyor; bireyden yola çıkarak açıklanan konu, bireyin toplumla kesişeceği çizgide yavaşça yere bırakılıyor.

Filin bacağına yapışıp yarım saat boyunca onu tasvir etmeyi andıran ve sizi fil bacağı konusunda şüphesiz gayet doğru bilgilendiren bu yaklaşım, filin devasa cüssesini ister istemez denklem dışı bırakır. Haliyle, amacınız filin bacağını değil de tamamını anlamaksa, pek çok soru işaretiyle baş başa kalırsınız. Bugün asıl bahsetmek istediğim konu olan öfkeyle ilgili videoları ele alalım. Lise psikoloji derslerinden bile hatırlayabileceğiniz bazı bilgileri, işin uzmanı psikologlar hemen her videoda tekrarlıyor: Öfke, bizim en temel duygularımızdandır, sağlıklıdır ve hatta faydalıdır. Ancak kontrolsüz öfke, yıkıcıdır, haliyle zararlıdır. Öfkemizi kontrol altında tutmamız önemlidir. Öfkemizi doğru yönetirsek, ondan en iyi şekilde yararlanabiliriz.

Ardından, öfkenin çoğu zaman sandığımız şey olmadığını, başka duygu ve düşüncelerin öfke şeklinde tezahür edebildiğini öğreniyoruz: kıskançlık, yetersizlik hisleri, haksızlığa uğrandığı inancı, küçük görülme korkusu… Liste epey uzun. Dahası, öfkenin bazen kendini tepkisizlik, bıkkınlık, sürekli şikâyet etme gibi farklı yüzlerle gösterebileceğinden söz ediliyor. Meğer öfke sandığımız şeyler öfke değilmiş ve öfke sanmadıklarımız öfke olabilirmiş. Tam da öfkemizi tanımaya, onun üzerine düşünmeye başlayacağımız bu noktada söz mutlaka öfke kontrolü meselesine geliyor. En başta sağlıklı, normal, hatta faydalı olarak tanımlanan bu duygu, bu defa bir canavar gibi tasvir edilmeye başlanıyor, onu nasıl ehlileştirebileceğimize dair öneriler sıralanıyor.

Elbette, kontrolsüz öfke davranışının insanın kendisine ve çevresine verdiği zararı yadsımak mümkün değil. Psikologların bu konuda kamuyu bilgilendirme sorumluluğu hissetmesi de gayet doğal. Bu videolardan fayda gördüğünü söyleyen yüzlerce insanın özellikle bu kısımlarından yararlandığına eminim. Peki, en başta bahsi geçen şu yararlı öfke nedir? Diyelim öfkemi kontrol altına alabiliyorum, saldırganlaşmıyorum, sakince iç dünyamı tarayıp öfkemi katmanlarına ayırıp analiz edebiliyorum. Peki, şimdi bu öfkeyle ne yapacağım? Vaat edilen yararı nasıl sağlayacağım? Bu soruların yanıtı, bir türlü verilmiyor.

Verilmiyor çünkü bu soruların yanıtları tam da o kesişim çizgisinde yer alıyor. Öfkeyi, içinde yaşadığımız toplumdan izole, tamamen bireysel bir duygu olarak ele aldığımızda filin koca cüssesini dışlayarak konuşmuş oluyoruz. Haksızlığa uğradığımı düşündüğüm için öfkelenebilirim, kuşkusuz. Ama bazen de, hatta belki çoğu zaman, sahiden de haksızlığa uğradığım için öfkelenirim. Sürtünmenin olmadığı fantastik üniversite sınavı dünyası misali adil, eşit, özgür bir dünyada yaşıyor olsak öfkemin sebebinin gerçekte olandan ziyade benim ona dair hatalı yorumum olduğunu varsaymak çok kolay olurdu. Gelin görün ki, nasıl ki sınavların gerçeküstü koşullarında çözdüğüm problemler gerçek hayatta işlemiyorsa, toplumsal düzene bir tür sorunsuz olağanlık atfederek bireyi düzeltmeye çalıştığımızda vardığımız çözüm de gerçek dünyada tekliyor.

Benzerleri sık verilen bir örnekle açalım: Varsayalım biri -ki varsayımlar çoğu zaman heteronormatif ve ataerkil olduğundan bu bir erkek olacak- tüm gün çalıştıktan sonra yorgun argın eve geliyor, sofraya oturduğunda eşi ona çocuğun okul masrafları için gereken paradan söz açıyor. Adam da istemsizce öfkeleniyor, Bir halimi hatırımı sormadan, dinlenmeme bile fırsat vermeden para istiyorsun” diye kadına çıkışıyor.

Bu tür sahneleri uzmanların genelde şöyle değerlendiğini görüyoruz: Burada erkeğin öfkesinin altında farklı gerekçeler var. Bunlardan biri, eşinin kendisini sadece bir para kaynağı olarak gördüğü düşüncesinden kaynaklanan değersizlik algısı, sevilmeme korkusu. Bir diğeri, belki, evin geçimini sağlamada yetersiz kaldığının ima edildiğini düşündüyse, yetersizlik hissi. Burada önemli olan, bu öfkenin altında yatan bu tür alt metinleri anlamak ve öfkeyi bilişsel düzeyde değerlendirip, süzüp kendini ifade edebildiği sağlıklı bir iletişim gerçekleştirmek.

Bu yorumlar pekâlâ doğru olabilir. Bu sahnedeki öfkelenen kişinin öfkesinin altında bu ve benzeri duygular, düşünceler yatıyor olabilir. Peki, burada gözden kaçan başka, çok daha büyük çaplı faktörler yok mu? Mevzubahis yetersizlik duyguları, sabahtan akşama, belki haftanın altı günü çalıştığı halde bırakın keyif aldığı insanca bir yaşam sürmeyi, çocuğunun okul masraflarını dahi zar zor karşılamasından, yani ekonomik sistemin onu sahiden kifayetsiz kılmasından kaynaklanıyor olamaz mı? Buradaki kadının ev işleri ve çocuk bakımını üstlenmiş olduğunu varsayarsak, kadının emeğinin görünmezliği ve eşinden para talep etmek zorunda kalışı bu denklemde hiç mi rol oynamıyor? Buradaki ikili ilişkiyi tehdit eden sadece öfkenin yaratacağı bir iletişim problemi mi?

Psikologların tavsiyelerini benimseyip öfkemizi daha iyi çözümlemeyi, yapıcı yollardan ifade etmeyi öğrendiğimizde ikili ilişkilerimizin fayda sağlayacağı muhakkak. Fakat öfkeyi yönetmeyi öğrenmek, öfkeyi doğuran faktörleri ortadan kaldırmıyor ve bu faktörler, ne yazık ki, kişinin salt iç dünyasından kaynaklanmıyor. Sürekli koşturup hiçbir şeye yetişemediğimiz bir düzenin içinde var olma çabası vermesek, trafikte de bu kadar öfkeli olmazdık herhalde (hoş, o zaman trafik diye bir şey de olmazdı belki). Kendimizi ifade edebildiğimiz, sözümüzün dikkate alındığı, karar mekanizmalarına vekâleten bile olsa dahil olabildiğimiz bir dünyada muhtemelen pek azımız kendini fikrini savunurken saldırganlaşmaya, sesini duyurmak için bağırmaya mecbur hissederdi.

Öfkenin o adı bir türlü konulamayan yararını da işte burada buluyoruz: Öfke, bize bir şeylerin yanlış olduğunu haber verir. Bununla da kalmayıp bize onları değiştirmek için gereken gücü sağlar. Ernst Blochun ifadesiyle, “öfke insan haysiyetini hiçe sayan saldırılar karşısında gazaptır, bizim dik duruşumuzdur.”(2) Öfke, çaresizlikten doğarmış gibi görünse de aslında bir yerlerde bir çarenin olduğu, sadece bizim ona erişemediğimiz, erişmeye gücümüzün yetmediği bilgisini taşır. Bakışlarımızı sorunun kaynağına çevirdiğimizde, öfkemizde yalnız olmadığımızı, aynı öfkeyi taşıyan, aynı çaresizliği yaşayan kalabalıkları görürüz. Bu haliyle doğru yönetilen” yıkıcı öfke, bize çarpık olanı düzeltmenin yollarını açar. Ne de olsa her yıkım illa bir yok oluş anlamına gelmez; çürük bir binanın yerine daha güzelini, daha sağlamını inşa etmek için önce o binayı yıkmanız gerekir.


Kaynaklar

Félix Guattari, Kaçış Çizgileri (çev. I. Ergüden), Otonom Yayıncılık, s. 275

Ernst Bloch, Nefret mi öfke mi? (çev. K. Kızılsakal), Terrabayt, https://terrabayt.com/dusunce/nefret-mi-ofke-mi/