Nenem Heyzan artık öleceğini anlamış, iki oğluna ve Almanya’daki kızına, Ciğerlerim aman yeman beni dedenizin yattığı mezarlığa defnedin, bizimkilerin köyüne götürmeyin, torunlarına ise, çêna’m öldüğümde çok ağlayın, sızlayın, jivayın, beni iyi oğırlayın, dost var, düşman var, deyivermiş. Oğullar, kızlar çok hüzünlenmiş, torunlar kıkırdamış, yaşlı kadın doksanın üstüymüş.

Kral Keyks çok sevdiği karısı Haykyone razı olmadığı halde dalgaların kudurduğu bir günde denize açılmış. Keyks bir türlü dönmeyince Haykyone, ince narin bedenini saran renkli elbiseler dikmiş, kalın şuh dudağını boyamış, saçını başını süslemiş püslemiş, kocasının mutlaka döneceğine inanmış, her gün, gün saymış. Uyku Tanrısı Somnos kadıncık daha fazla acı çekmesin diye, ölümlülerin kılığına giren oğlu Morpheos’u, Keyks’in biçimine sokarak Haykyone’nin başucuna göndermiş: Bak, ben geldim, beni tanıdın mı, yoksa ölüm yüzümü de mi değiştirmiş, ben öldüm Haykyone, deniz dibine giderken senin adın vardı dudaklarımda, sen de benim için birkaç damla gözyaşı dök, ölüler ülkesine giderken arkamdan ağlayan biri olsun.

Herkesin etrafında şu tür insanlar vardır: Ben filanca yılın, filanca gün ve saatinde öleceğim. Hakk ömrünü derg yapsın, nereden çıkarıyorsun. Sümme Haşa ölümün tarihini sadece AllahuTeala bilir. Yok, vallahi ben biliyorum, o gün öleceğim.

Ortaçağ romanslarında şövalyeler nasıl öleceğini bilirlermiş. Uyarılırlarmış. Öleceklerini bilmeye yetecek kadar zamanları olmadan zaten ölmezlermiş. Kral Ban ölümünden birkaç gün evvel, Ah Tanrım biliyorum sonum geldi, diyormuş. Dindar sofular da şövalyeler gibi ölümlerini bilirlermiş. Önceden uyarılma, dinsel bir önsezi veya inanç değil, ölüm herkese özgü içsel bir inançla iletilirmiş. Bedenin yaşlanması mı, kalbin güm güm vuran aceleci sesi mi, gözlerdeki ferin sönüşü mü, sıkça unutmak mı yüzleri, dinmeyen bir yorgunluk mu. Bir köy tren istasyonunda Tolstoy yavaşça ölürken, ya Mujikler Mujikler, onlar nasıl ölüyor, demiş.

İnsanın ölüm kadar dramatikleştirdiği, yücelttiği, etkilendiği başka bir şey yokmuş. Seks gibi ölüm de, insanı bir doruk noktasına çıkarmak, oradan karanlık, yırtıcı ve vahşi bir dünyanın içine atmak üzere, günlük yaşamından, içinde bulunduğu akılcı toplumdan, monoton işinden koparan bir sınırları aşma noktasıymış. Seks de, ölüm de aslında birer kopuştur.

Kenan Evren öldü. Heyzan’dan çok yaşadı. Darbeden sonra, bir devrimci kafasına sıkarsa, hapse attığı tüm devrimci örgütlerin liderlerini öldüreceğini ilân edecek kadar gözü kara, o derece de öleceğini iyi biliyordu. Öldürdüklerinin gözünden, sesinden, sloganlarından ölümü iyi bilirdi. Ama o bile bu kadar uzun yaşayacağını hayal edemezdi.

Cenazesine giden hiç kimse olmadı. Heyzan’ın oğulları, kızları, torunları, ciranları cenazesine gitti, torunları arkasından ağladı, dövündü, saçlarını yoldu. Evren’in cenazesine gidenler, bir oğırı bile çok gördü.

Büyük ve yorgun bir ülke şimdi onun ardından nihayet ortak bir günah sembolü buldu. Darbeyle gelenler, darbeyle palazlananlar, işkence aleti satanlar, cami, Kuran kursu, imam hatip sayısını patlatanlar bile, nankörce ona gönül koydu. Emri altında işkence yapan, elektrikle, kalasla, kurşunla can alanlar bile ona atıp tuttu. İşkenceci ile işkence kurbanı ilk kez ve hep beraber aynı darbeciyi kötülediler. Evren’in ölümü tüm ulus için sanki bir seks, doruğa çıkma ve orgazm hali gibi oldu. Bugünün diktatörünü görmeyen o sevinçli doruk hali, yerini karanlık, yırtıcı ve vahşi bir karanlığa bırakacak. 
  
Çêna’m: kızım, jivayın: sızlanın, derg: uzun, ciran: komşu.