Öğrenen topluluk ve özgürlük pratiği

Belma Fırat

Bell hooks Sınırları Aşmayı Öğretmek’te, öğrenen bir topluluk inşa etmenin; bilgi ve deneyimin paylaşıldığı, eleştirel bilincin katılımcılıkla birleştiği bir tartışma kültürü yaratmanın yöntemleri üzerine düşünüyor. Tam da bu nedenle sadece akademik eğitimin nasıl olması gerektiğine ilişkin değil, öğrenen bir topluluğa dönüşmek amacıyla bir araya gelinen her türden sosyal ortamın zeminini teşkil etmesi, üzerinde ortaklaşılması gereken anlayış ve tutumlar konusunda yol gösteren, kendimize uyarlayabileceğimiz yöntemler sunan bir kitap Sınırları Aşmayı Öğretmek.


Eğitimi bir özgürlük pratiği olarak anlayan hooks; bu amaçla theoria’nın praksis’e, bilmenin olmaya dönüşeceği bir öğrenme mekânının nasıl tasavvur edilmesi gerektiği üzerine tartışıyor. Eğitimi özgürlük pratiği ve bilmeyi de olmakla ilişkilendirdiğimiz anda, böyle bir epistemolojik anlayışın etikten bağımsız bir şekilde düşünülemeyeceğini de anlıyoruz. Nitekim hooks bu bağlantıyı güçlendirecek bir metodoloji inşa etmek, fikir ve yaşam pratiği arasındaki bağı tesis etmek için iki önemli düşünürü bir çalışma disipliniyle ilişkilendiriyor. hooks bu bağlamda, eğitimde vicdanileştirme (conscientization) anlayışını geliştiren Paulo Freire ile sosyal katılımcı Budizm felsefesi bağlamında zihin, beden ve ruh birliğine dayanan bir pedagojik yaklaşımı savunan, eğitim ortamına şifa anlayışını dahil eden Thich Nhat Hanh’ın yaklaşımlarını; akademik bir disipline dönüşen kadın çalışmaları sahasının, feminist öğretinin birikim ve uygulamalarıyla harmanlıyor. hooks’un neden böyle bir yaklaşım geliştirdiği üzerine düşündüğümüzde, her iki düşünürün, kadın çalışmaları disiplini ve birikmiş pratikleri ile beraber ele alınmasına imkân sağlayan ortak paydalarının, geleneksel eğitim modellerinin aksine, zihin/beden, bilgi/şifa, kamusal/özel ayrımını yadsımaları olduğunu görüyoruz. Eğitimdeki hâkim anlayış, eğitimi salt bir zihin problemi olarak algılar. Sınıfta bedenli varoluşumuzu dışlamak, yok saymak ya da görmezden gelmek eğitimin tarafsızlığının garantisi gibi görülür. Oysa tarafsızlık şeklinde dayatılan bu tutum ya da eğitim görgüsü aslında akademi üzerinde hegemonya kurmuş olan akademik elit de diyebileceğimiz topluluğun yerleşik değerlerinden oluşur. Bu anlayışa göre tekillikler sınıfın dışında bırakılmalı ve öğrenciler eğitimcilerin kendilerine naklettikleri bilgilerin pasif tüketicileri olarak anlaşılmalıdır. Bu anlayış Freire’nin eğitim bankacılığı şeklinde kavramsallaştırdığı yöntemdir. Eğitim bankacılığı bir nevi bilgiyi boca etme anlayışıdır. Bu anlayış öğrenen topluluğu pasif alımlayıcı kategorisine indirgeyerek onları bilgileri kodlayan zihin topluluğu olarak kategorize eder. Bu ilk elden bedensel varoluşu dışlamadır. Kamusal alan olan sınıfta, bireysel deneyimin kapı dışarı bırakılması ise; kamusal/özel ayrımının altını kuvvetle çizerken, bilgiyi tekil deneyimlerimizle ilişkilendiren katılımcı pedagojiye yer açacak bir değişim dönüşüm pratiğinin; bilmenin olmaya, bilginin şifaya dönüşmesinin, diğer bir deyişle eğitimin bir özgürlük pratiğine evirilmesinin önünü kapatırlar. Freire ve Nhat’ın düşüncelerine yaslanarak; en az epistemolojinin bilgi inşası kadar olmanın etiğinin vazgeçilmezliğine işaret eden ve eğitimin ancak bu yaklaşımla bir özgürlük pratiğine dönüşebileceğini dile getiren hooks; bu düşüncelerin pratik edilme imkânını feminist ideolojide bulur ve akademideki yansıması olan kadın çalışmaları sahasını bir uygulama zemini olarak ele alır. Çünkü unutulmamalıdır ki, epistemoloji ve etiği bütünleştiren bir eğitim anlayışı kendi siyasi tavrını da öğrenen topluluğun başat unsuru olarak belirlemek durumundadır.

Bu siyasi tavır, öğrenen topluluğa dâhil olan bireylerin bedensel varoluşlarından; ırk, toplumsal cinsiyet ve sosyal sınıflarından ayrılmaz bir biçimde sınıftaki bulunuşlarını, katılımcı pedagoji çerçevesinde tekilliklerini, öznel deneyimlerini öğrenme pratiğine dâhil etme hak ve ihtiyaçlarını gözetme; bu tekilliklerin öğrenme pratiğindeki önemini vurgulamayı, savunmayı ve bilginin dönüştürücü etkisine alan açmayı gerektirir.

ogrenen-topluluk-ve-ozgurluk-pratigi-955783-1.



O halde hooks’a göre sınıf kültürel çeşitliliğin ve farklılıkların tanındığı bir tür karşılaşma ortamı olmalıdır. Fakat bu karşılaşma ortamı, yüzeyde rahatlık sağlayan bir “gökkuşağı koalisyonu” değil; çatışmadan korkmayan, birbirini dinleyerek çatışmayı katalizör haline getirecek, düşünme alışkanlıklarını sorgulayacak, yerleşik anlayışları terk etmeyi göze alıp bunun acısı ile yüzleşirken birbirine şefkat gösterecek bir yaklaşımla hareket edilen türden bir bilme, dönüşme ve şifa ortamı olmalıdır.

Bu noktada hooks, kadın çalışmaları içinde yer alan tartışmalardan dem vurarak, feminist kuramın karşı karşıya getirdiği kadınların deneyimlerinden yararlanarak çatışma ortamının nasıl dönüştürücü ve iyileştirici olabileceğinin yöntemlerini gösterir. Bu bağlamda sınıfta “Konuşan kim? Dinleyen kim? Neden konuşuyor/dinliyor?” sorusuna odaklanmanın gereğine işaret eder. Çünkü bilgiyi kimin paylaştığının belirsizleştirilmesi aynı akademinin eril yapısında söz sahibi olan beyaz erkek profesörlerin bedenin silinmesini bir tarafsızlık göstergesi şeklinde sunması gibi, feminizm adına konuşan beyaz kadın profesörün de kadınlar hakkında konuşurken orta/üst sınıf beyaz kadınların deneyimini tüm kadınlar adına evrenselleştirmesini meşrulaştırmanın yöntemi haline gelir. Bu nedenle feminist sınıf aynı zamanda “Kadın”ın yapısöküme uğratıldığı; farklı ezilme biçimlerinin tanındığı, ırk ve sınıfsal bağlamların feminist öğretiye dâhil edilerek konuşulduğu bir topluluk olmalıdır. Çatışmalar ortak iyiliği sağlamanın ve yapıcı bir şekilde dönüşmenin gereğidir. Bu bakımdan öğrenen topluluk düşüncesinin feminist deneyimden öğreneceği ve uygulamaya geçirebileceği birçok unsur olduğuna işaret ediyor hooks ve kendi katılımcı pedagojik eğitim anlayışında bunlardan yararlandığını belirtiyor. Evrenselleştirmeye karşı tekilin deneyimden kaynaklanan bilgisini -bir deneyimin ötekini susturmaya, dışlamaya yol açması için kullanılmasına izin vermeden- herkesin deneyimsel bilgisini sınıfa yani özel olanı kamusal alana getirerek kolektif dinlemeyi, deneyimleri yâd etmenin güçlendirici ve dönüştürücü etkisine kendini açmayı ve her sesin benzersizliğine kulak vermeyi öneriyor. Çünkü hooks’a göre, ancak bu şekilde, kuramla yaşanmış deneyim diğer bir ifadeyle teori ile pratik arasındaki yarılmayı giderebilir ve kolektif kurtuluş ile bireysel iyileşme arasındaki bağları kurabiliriz. Özetle şifa ancak teori ile pratiğin kavuşumu, bu kavuşumun dönüştürücü etkisiyle gerçekleşebilir.

Sınıfta farklı deneyimlere, seslere ve onun diline yer vermek dilin potansiyel bir direniş alanı olduğunun fark edilmesini sağlar. Bu noktada hooks, Afrikalı Amerikalıların zalimin dilini kırıp dökerek oluşturdukları karşı dili örnek verir. İngilizcenin standart kullanımını alaşağı ederek beyazların anlam evreninden kaçış çizgileri oluşturan bu minör dil; köleleştirdikleri insanlara karşı hegemonik dili bir silah gibi kullanan beyazların artık onu anlamakta zorluk çekmeye başladıkları anda, dilin nasıl kendilerine karşı çevrilebileceğini gösterir. Dilin kültürel emperyalizmi en az ırkçılık kadar elbette dilin hâkim kadın temsillerini kuran eril yapısı ve akademik görgü kurallarını belirleyen burjuva değerleri de evrensel iletişimin normu olarak sınıfa dayatır. Burjuva değerlerine ve onun seçkinci ifade biçimlerine hâkim olmayan işçi sınıfından öğrenciler, “demokratik” olduğu kabul edilen sınıflarda ifade özgürlüğünden eşit ölçüde yararlanamayarak sansüre uğrarlar. Bu nedenle dilin ve akademik görgünün, onu doğallığı içinde kullanma becerisine sınıfsal olarak ya da çeşitli ötekileştirilmeler nedeniyle sahip olmayanlar veyahut onu bir norm olarak benimsemeyi reddedenler üzerindeki hegemonik gücünü kırmak için söyleme çeşitliliğine, bir lisanı anlamadan dinlemenin pedagojik etkisine ve hatta sessizliğe yer verilmesinin gerekliliğine işaret eder hooks.

Amaç sınıfta farklılıkların bilincinde olarak ve birbirine kulak vererek yapıcı ve dönüştürücü bir bağ kurmaktır. Bu da hooks’a göre sınıfa Eros’u dâhil etmeyi gerektirir. Sınıf tutkulu bir yer olmalıdır. Bedensiz bir ruh gibi girdiğimiz bir yer değil, bir bütün olarak varolduğumuz, öznel deneyimlerimizin bilgisini ve duygusunu yanımızda getirdiğimiz, kamusal ile özel alan arasındaki ayrıma direnen bir mekân. Ancak böyle bir mekânda inşa edilecek zihniyetin ürünü olan öğrenen topluluk içinde dönüştürücü bilgiyi, sevgiyi ve şifayı yeşertecektir.