Bundan yaklaşık on yıl önce Şerif Mardin iktidar partisinin Türkiye’yi dönüştürme projesinin başarısını “imam öğretmeni yendi” mecazı üzerinden açıklamıştı. Burada “öğretmen” 1923 Cumhuriyet’ini, “imam” ise Türkiye muhafazakârlığını/İslamcılığını temsil ediyordu. Türkiye’yi “merkez-çevre” teorisi üzerinden okuyan Mardin, bu başarıyı “Cumhuriyet’i kuran kadroların, yani ‘merkez’in batıcılığına, elitizmine, vesayetçiliğine karşı dindar-muhafazakâr kitlelerin, yani ‘çevre’nin isyanı” üzerinden yanlış bir şekilde okusa da, mecaz üzerinden yaptığı tespit doğruydu; sahiden de imam öğretmeni, Türkiye İslamcılığı Cumhuriyet’i yenmişti.

Yanlıştı diyoruz, çünkü Mardin’in analizi sınıfsal bir perspektife dayanmadığı, sermaye düzeninin ihtiyaçlarını ve Türkiye sermaye sınıfının emperyalizme bağımlılığını analize dâhil etmediği için İslamcılığın önünün devlet, sermaye sınıfı ve emperyalizm tarafından nasıl açıldığını görmüyor, bunun kendiliğinden gerçekleştiğini varsayıyordu. Oysa 1946’dan itibaren bu üçü, yani devlet, sermaye sınıfı ve emperyalizm, 1923 Cumhuriyet’inin radikalizmiyle Türkiye’nin yönetilmesinin mümkün olmadığını anlamış ve dinselleşmeye kapıları açmışlardı.

Neden 1946 diyoruz peki, bu tarihin nasıl bir özel önemi var? 1946, İkinci Dünya Savaşı’nın bitip hemen ardından Soğuk Savaşın başladığı ve Türkiye yönetici sınıfının safını kayıtsız şartsız Batı bloğu olarak belirlemesiyle birlikte anti-komünizmin, yani sol düşmanlığının Türkiye siyasetinin merkezine yerleştiği tarihti. Bu tarihten itibaren birbiriyle iç içe geçen son derece önemli gelişmeler yaşandı.

Türkiye, ABD’nin kurduğu yeni dünya düzeninin bir parçası olmak için IMF’ye, Dünya Bankası’na ve NATO’ya bu tarihin hemen sonrasında başvurdu. Bu başvurular yapılırken din derslerinin yeniden müfredata konulması, imam-hatiplerin ve Kuran kurslarının yeniden açılması, Köy Enstitüleri’nin kapatılması, aydınlanmacı Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in ve Köy Enstitüleri’nin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç’un görevden alınması, sanayileşme ve planlama esasına dayalı bir ekonomiden vazgeçilmesi ve devletçiliğin “öncelik özel sektördür” şeklinde güncellenmesi ise bir tesadüf değildi.

Çünkü Türkiye emperyalizme entegre oldukça gericiliğe yol verildi, sermaye gücü eline geçirdikçe Cumhuriyet aydınlanmacı niteliğini yitirmeye başladı, kapılar dinselleşmeye açıldı, devletle Türk sağı uzlaştı. Komünizmle mücadele, “kininin ve dininin sahibi” mukaddesatçı-milliyetçi, yani esas olarak sağcı nesiller gerektiriyordu. Özellikle Menderes iktidarıyla birlikte bir yandan ülke ABD’nin yarı-sömürgesi haline getirilirken bir yandan da adım adım tarikatlar, cemaatler palazlandırıldı.

1950’den beri, ara rejimleri ve kısa süreli koalisyon dönemlerini dışarıda tutarsak Türkiye’yi sağ ve Cumhuriyet’le öyle ya da böyle derdi olan, Cumhuriyet’in ideallerine mesafeli partiler/isimler yönetti. Türkiye’nin son 70 yılının tarihi -ki Cumhuriyet tarihinin neredeyse dörtte üçüne tekabül eder- bu derdin ve mesafenin tarihiydi. “Bugünlerin bir “tarih öncesi”, dünden bugünlere uzanan bir süreklilik vardı yani.

İşte o tarih öncesi ve bugün bizzat bir parçası olduğumuz tarih, “imam”ın “öğretmen”i yenmesiyle sonuçlandı. Sol düşmanlığıyla kendilerine açılan devlet kapısından giren İslamcılar, sağ iktidarların kolları altında sabırla iktidarı alacakları günü beklediler ve aldılar. Devletin, sermayenin ve emperyalizmin sol düşmanlığıyla el ele vermesinden çıkan sonuç “Yeni Türkiye” oldu.

1923’ün anayasal anlamdaki tasfiyesinin, yani rejim değişikliğinin oylanacağı seçimin en güçlü iki adayından birinin “imam”, diğerinin ise öğretmen olmasının tarihin muazzam bir ironisi olduğunu söyleyebilir miyiz peki tüm bunlardan sonra? Öyle görünüyor, evet. Sahiden de yeni rejimin anayasal statüye kavuşması için yapılan oylamada sembolik olarak değil, kelimenin gerçek anlamıyla bir imam-hatipli ve bir eğitim fakültesi mezunu yarıştı ve imam öğretmeni yendi, 1923 siyasal İslam’a resmi olarak da yenilmiş oldu yani.

Peki bundan sonra ne olacak, öğretmen imamı yenebilecek mi? Kişilerden değil, temsil ettiklerinden bahsediyorum bu sefer: Cumhuriyetçilik İslamcılığı yenebilecek mi?

“Evet”, tartışmasız “evet” bu sorunun yanıtı. Ancak şunu görmek gerekiyor: Öğretmenin yenilgisinin gerisinde sol düşmanlığı var, sermaye düzeni var, emperyalizm var, akıl ve bilim düşmanlığıyla gericiliğe açılan kapılar var. İşte tam da bu nedenle, “yeniden Cumhuriyet” diyenlerin, “öğretmenin zaferi”ni bekleyenlerin yüzünü sola dönmesi, dinselleşmeyle sermaye düzeni arasındaki bağlantıyı, “laik sermaye” diye bir şeyin olmadığını, Koç’lara, TÜSİAD’a umut bağlamaması gerektiğini, emperyalizmin ne olduğunu, gericilikle emperyalizm arasındaki ilişkiyi görmesi gerekiyor.

Öğretmen mi kazansın istiyorsunuz? Yüzünüzü emek, akıl, aydınlanma, bilim, laiklik, eşitlik, özgürlük diyenlere dönün. Çıkış orada! Ya orada buluşacağız ya da bu kör karanlıkta yaşamaya devam edeceğiz.