Dün “Dünya Öğretmenler Günü”ydü. Kutlanan her özel gün gibi Dünya Öğretmenler Günü’nün gerisinde de bir kazanım tarihi yatıyor. 5 Ekim’i anlamlı kılan ise Birleşmiş Milletlerin Öğretmenlerin Statüsüne İlişkin Tavsiye Kararı’nı aldığı tarih (5 Ekim 1966) olması. Kararın alındığı gün, 1994’ten beri Dünya Öğretmenler Günü olarak kutlanıyor.

Türkiye’deki çoğu öğretmenin böyle bir günde ya haberi yok ya da habersizmiş gibi davranıyor. Fakat 24 Kasım’ın öğretmenler günü olduğunu bilen de kutlayan da çok. 24 Kasım’ın öğretmenler günü olarak kutlanmasına karşı değilim (Hindistan sadece öğretim üyeliğinden geldiği için eski cumhurbaşkanlarından -Radhkrishnan- birinin doğum gününü öğretmenler günü olarak kutluyorsa, modern eğitime geçişin mimarı Atatürk’ün başöğretmenliği kabul günü haydi haydi kutlanmayı hak eder). Fakat bir öğretmenin, mesleğini evrensel normlarla tanımlayan ve haklarını yerel hükümetler karşısında güvenceye almaya çalışan 5 Ekim’i yok saymasını anlamakta güçlük çekiyorum.

24 Kasım, öğretmene ödev veren bir gün; 5 Ekim ise öğretmen sorunlarını çözmesi için devlete ödev veriyor. Kaldı ki 5 Ekim’in dünya öğretmenler günü olarak kutlanmasına vesile olan Öğretmenlerin Statüsüne İlişkin Tavsiye, Türkiye’deki öğretmene hükümetlerinin vermediği statüyü veriyor. Peki, nasıl oluyor da bizim öğretmenimiz mesleğini icra etmesini sınırlayan, ekonomik ve sosyal problemlerini çözmek yerine derinleştiren devletin hassasiyetlerini kendi problemi haline getiriyor?

Sanırım Türkiye’deki öğretmenler (özellikle son yıllarda sisteme dahil olan öğretmenlerin büyük çoğunluğu), mesleklerinin Birleşmiş Milletlerin tanımladığı gibi bir meslek olduğunu düşünmüyorlar! Açıkçası bu çoğunluk için ben de aynı şeyi düşünüyorum. Türkiye’de öğretmenlik, devletin verdiği ödevi yerine getirmek olarak algılandığı için ben de öğretmenle öğretmenliği ayrı ele alıyorum.

Tabi soracaksınız, devlet memuru olduğuna göre öğretmen devletin verdiği görevi yapmak zorunda değil mi, diye. Yok, değil; öğretmenlik, mevzuatla değil Durkheim’in dediği gibi laik, rasyonel ve ahlaki ilkelerle yapılan bir meslektir. İlkeler dediğimiz şey ise öyle siyasetçinin hisleriyle, histerisiyle belirlediği kurallar değildir; normları bilime dayanır ve bilim yanlışlamadığı sürece siyasetçinin hisleri okunarak, histerisine kapılarak değişmez.

İlkelere uymak kişiyi hem özgürleştirir hem güçlendirir. Eğer bugün öğretmen özgür ve güçlü değil, otoritesini kullanmaktan imtina ediyorsa tek neden iktidar baskısı olmayıp pedagojinin ilkelerine uymamasıdır. Öğretmen pedagojinin temel ilkelerine uymuş olsaydı en azından kendini özgürleştirirdi. Kendisi özgür olmadığı için öğretmen, ne okulun ne de öğrencisinin ve toplumun özgürleşme çabasına katkı sunamıyor.

Özgürlüğünü kendi eliyle iktidara teslim eden öğretmen, eğitim kurumlarının kendi mesleki kurallarına uymasını sağlayamaz; aksine son yıllarda ve özellikle şu sıralar müfredat, ders kitapları ve sınav sistemi gibi uzmanlık gerektiren eğitimsel konularda bilgisiz siyasetçilerin koyduğu kurallara uymak zorunda kalır. Yetkin olmadığı eğitim konusunda yetkisini kullanarak kural koyanlara uyan öğretmen, devletin, hatta bir siyasi partinin çıkarı uğruna “dar din ve milliyetçi değerlere odaklanıp insanlığın evrensel çıkarlarını göz ardı eder.”

Bu öğretmenler gününde öğretmenleri pohpohlamak yerine, onlara mevzuat hükümlerini uygulamakla yükümlü memurluklardan biri olmadıklarını anımsatmak istedim. Sanırım bu ara, öğretmenliğin ne denli zorlu bir meslek olduğunu da belirtmiş oldum. Evet, kolay bir meslek değil, hakkıyla yapana; ama keyifli...