Geçen hafta “Öğretmenler Günü” idi ve geleneksel olduğu üzere öğretmenlere dair pek çok şey söylendi. Ben neredeyse her kademede öğretmenlik tecrübesi olan bir akademisyen olarak hem okuduğum hem de tanıklık ettiğim tüm dönemlerde öğretmenlere öğretmeyi esas alan siyasetin öteki yüzünü düşündüm düşündüm. Öğretmeni, bir öğretici olarak değil de, sistemden öğrenmesi gereken bir aktör olarak algılayan bu öteki yüz, adeta bir devlet geleneğine dönmüştür. Genellikle “Onlardan öğreneceğimiz çok şey vardır” diye söze başlayıp, ardından öğretmenlere istikamet bildiren bir politik tutum olarak.

Türkiye’de “Öğretmenler Günü”ne karar verildiğinde, iktidarda 12 Eylül 1980’de darbe yapan generaller vardı. Doğumunun 100’üncü yılı olması nedeniyle 1981’i, “Atatürk yılı” ilan etmişlerdi ve Mustafa Kemal’in, Millet Mekteplerinin Başöğretmenliğini kabul ettiği 24 Kasım’ı da bu gün için uygun görmüşlerdi. Oysa aynı askeri iktidar daha işe başlarken Hacettepe Üniversitesi bahçesinde dağıtılan bir bildiri nedeniyle, tüm akademik ortamı yazılı bir emirle tehdit etmiş; “Gereğini de yapmıştı.” İlerleyen zamanda öğretmenler üzerindeki baskı daha da artmış, 1253 üniversite hocası ve 3 bin 854 öğretmenin işlerine son verilmişti. Ayrıca en büyük öğretmen örgütü olan 200 bin üyeli TÖB-DER kapatılmış, malvarlığına el konularak yöneticileri tutuklanmıştı. Aynı iktidar işte böyle bir ortamda bir de “Öğretmenler Günü” ilan etmişti!

İktidarın eğitime ve öğretmenlere müdahalesi kuşkusuz yeni bir şey değildi. Cumhuriyet’in adeta model öğretmeni olarak bilinen Sıdıka Avar, hatıratında Elazığ Kız Enstitüsü’ne gönderildiğinde Milli Eğitim Bakanı’nın kendisine “Bir Türk misyoneri olarak çalışacaksın, göreyim seni” dediğini; kendisinin de bu görevi nasıl büyük özenle ve özveriyle yaptığına dair onlarca deneyimini aktarır. Kendi ülkesinde, kendi vatandaşlarının çocuklarına öğretmenlik yaparken, bir misyoner olmak! Tuhaf mı, olağan mı, sınırı bile belirsiz.

Çocukluğumda okulumla evimiz arasındaki mesafe yürüyerek ortalama 30-40 dakikalık bir zaman alıyordu. Yürümek dışında bir seçenek de yoktu. Kış ayları çok karlı geçerdi ve okula gidip gelmek hiç kolay değildi. Sadece bir köyün çocukları gittiği halde, oldukça kalabalık bir okul olduğunu hatırlıyorum. Herkes çocuğunu okula gönderme derdindeydi demek. Öğretmenlerimiz de bizimle aynı çevreden geliyorlardı. Yani anadillerimiz aynı idi ama okuldaki en önemli yasakların başında Kürtçe/Zazaca konuşmak geliyordu. Sadece okulda değil, evlerde de öğrencilerin bu dillerden konuşması yasaklanmıştı. Öğretmenlerimiz, bu yasağa uyulup uyulmadığını da yine öğrenciler üzerinden denetliyorlardı. Sistem öyle istiyordu demek ki. Öğretmen sadece bir öğretici aktör değil, politik kararların uygulayıcısı idi.

Gerçek şu ki iktidarlar her zaman öğretmenlere bir şeyler öğretmekle, daha doğrusu dayatmakla ilgilendiler. Kendi çizdikleri politik tercihlerin içinde tutmaya gayret ederken, bunun dışında kalan alanlarla gerektiği gibi ilgilenmediler. Bu nedenle toplumsal ihtiyaçlar ve eğitim ilişkisini bir türlü planlayamadılar. 1970’li yılların kısa süreli sertifika eğitimi ile öğretmen yetiştirme programları, 1990’lı yıllarda tüm bölümlerden mezun olanlara öğretmenlik yapma hakkı getiren düzenlemeler, 2000’li yıllarda neredeyse her bakanla eğitim sistemlerin değişmesi vb. hem bu plansızlığın hem de iktidarların öğretmenler üzerindeki politik müdahalelerinin işaretleriydi. Bu müdahaleler bile kendi içinde o kadar istikrarsız işlemiştir ki, 1990’lı yıllarda öğretmen açığı vardı, şimdi atanmayı bekleyen öğretmenler ordusu var. Üstelik eğitim fakülteleri, öğretmenlik yapıp yapamayacakları belli olmayan mezunlar yetiştiriyorlar her yıl.

Kısaca öğretmenlerin, bir şey öğretebilmek için akademik, kültürel, toplumsal, iktisadi ortamları hiçbir zaman arzu ettikleri seviyede olmadı. Hatta bu koşulların her biri, başarılı bir öğretim için birer bariyer işlevi bile gördü. Fakat öğretmenlere daima bir şeyler “öğretmeyi” deneyen politika hiç değişmedi. Bu politikalara itiraz edenlere de her daim bir “ders verildi”. Gerçek bu ne yazık ki!