Öğretmenliğin iyi bir konumda olmadığı, iyi yerlere gitmediği açık. Sistemden ve içinde olduğumuz zamandan da kaynaklı bir yığın sorun duruyor öğretmenliğin önünde. Bazılarına değinmek bile iç karartıyor.

Öğretmenim neredesin?

Aydın Afacan

Öğretmenim Yaşar Şahin’in sevgili anısına

Öğretmenin eğitimdeki konumu ve öğretmen nitelikleri eğitimbilim alanında yapılmış araştırmaların önemli bir bölümünü oluşturuyor olsa gerektir. Ayrıca eğitim tarihi, öğretmene ilişkin sayısız öykü ve efsane ile doludur. İlginç bir meslektir; kutsallık atıflarıyla doludur ama o atıfları yapanların bizzat kendileri tarafından ‘ayağa düşürülen’ bir meslek…

‘Belirli gün ve haftalarda’ kendileri için sayısız nutuk atılan öğretmenlerin, haklarını ararken ne tür saldırılara uğradığını gösteren sayısız fotoğraf vardır: Sadece son yirmi otuz yılın haberleri bile ciltler tutar bu konuda. Daha gerilere Fakir Baykurt’lara, Talip Apaydın’lara, Köy Enstitülerine doğru bakıldığında öğretmene ‘düşülen kayıtlar’ başka çehreler de edinir. Baykurt, romanının öğretmen kahramanını sonunda ‘Onuncu Köy’e kavuşturmuş olsa da bir ‘bütün’ olarak Türkiye’nin öğretmeni hiçbir zaman ‘onuncu köy’e kavuşamamıştır. Ama o sevdadan da vazgeçmemiştir. Kamu emekçileri mücadelesi içinde ön saflarda yer tutması, duyarlığının açık bir göstergesidir. Ne var ki, bu nitelikteki öğretmenlerin sayısal olarak giderek azaldığı da gerçeğin başka bir tarafı. Sözün kısası, kutsallık derecesinde birçok insani değerin yüklendiği ‘öğretmenlik mitosu’ yıkılmış, yerle bir edilmiştir.

‘Özet’ bir anı...

Yetmişli yılların ‘karışık’ günleri, ilkokul ikinci sınıf olmalı; teneffüste, bahçedeyiz, okulun önünde babam! Koşup bacaklarına sarılıyorum. Doğruca bakkala ‘şemsiye çikolata’ almaya! Çikolata keyfi yüzünden derse geç kalmışım. Ders dışarıda, halka olunmuş. Öğretmenim geç kaldığım için ‘kulağımı çekince’, ‘senin…’ diye bir küfür savurup kaçıyorum. Tabii üst sınıflardan işgüzar nöbetçiler tarafından palas pandıras yakalanıp öğretmene teslim ediliyorum! Öğretmen, gülümseyerek beni havaya kaldırmış ve alnımdan öpmüştü. O gülüş dünyanın en güzel gülüşüydü… Biz üçüncü sınıftayken bir gün alıp götürdüler onu; çocuklar söyledi, ‘evi yasak kitap doluymuş’! Sonra sürgün edilmişti. Yıllar sonra harika bir rastlantıyla lisede edebiyat öğretmenim olarak karşıma çıkacaktı. İlk karşılaştığımızda hemen o ‘asiliği’ anlatmıştı. Babam unutmama izin vermemişti zaten her kızdığında onu anlatırdı! O tertemiz öğretmenin bizi yetiştirmek için yaptıkları, kalbi, o eşsiz zarafeti, şıklığı… O ‘başka dünyalar’, içimi bir yandan ışıkla doldururken bir yandan da sızlatır hep. O da o başka dünyaya aitti… Öğretmenlerle dolu bir çevrede büyüdüm -sonradan ben de aralarına karışacaktım- 12 Eylül’de, öncesinde ve sonrasında öğretmenlere neler yapıldığını çok iyi bilirim, sürgünler, işkenceler, kıyımlar…

Öğretmen nereye?

Bir gerçeği yinelemeli: Öğretmenliğin iyi bir konumda olmadığı, iyi yerlere gitmediği açık. Sistemden ve içinde olduğumuz zamandan da kaynaklı bir yığın sorun duruyor öğretmenliğin önünde. Bazılarına değinmek bile iç karartıyor. İşte önümüzdeki bazı ‘sorular’: Bütün zayıf yanlarına rağmen köy enstitülerinin, öğretmen okullarının taşıdığı öğretmen ruhundan eser kalmadığını söylemek abartılı mı olur? Yeni kuşaklara, gençlere yönelik ‘mızmız’ yakınmaların, öğretmenin, bir eğitimci olduğunu unuttuğu anlamına gelmiyor mu? Yeni kuşaklara yönelik yakınmalarda haklılık payı olması, öğretmenin pedagojik kavrayışı bir yana itmesini haklı gösterir mi? Öğretmen, öğrenciyi değerlendirirken, etik, pedagojik, toplumsal, dönemsel ve kısaca konjonktürel koşulları ne ölçüde göz önünde bulundurabiliyor? Bu değerlendirmeyi yapabilecek birikime ne ölçüde sahiptir? Peki, öğretmen yetiştiren kurumlar ve akademisyenler bu niteliklere ne ölçüde sahiptir? Bütün toplumlarda ve tarihte kendisine ‘entelektüel’ bir konum atfedilmiş öğretmen bu niteliğe ne ölçüde yakındır? Öğretmenler kitap okuyor mu? Öğretmen odalarında rastlanan popüler kültür ürünleri, okuma kültürüne nasıl çerçeve bir çizmektedir? Öncü bir konumda olması gereken okul eğitimi, bu ürünlerle her şeyi ‘pazarlama’ koşullarına göre biçimlendiren medyaların egemenliğine girmiyor mu? Bu ürünler, okurun seçme, değerlendirme hakkını elinden alarak, eleştirel yaklaşımlar geliştirmesini engellemiyor mu? Öğretmen gerçekte ‘okur’ mudur, öyle ise nasıl bir okurdur? Bilim alanlarında dünya ölçeğinde üniversiteleri de hegemonyasına almış ‘iki kültür ayrımı’ bizim okullarımızda çok daha abartılı düzeye ulaşmadı mı? Bilim alanları birbirlerine neden düşman olsun ki? Zekâyı, kavrayışı ‘mat-fen’e indirgeyen; sanatı, edebiyatı, felsefeyi aşağılayan ‘bölük pörçük kafalar’ sistemin kendilerine sunduğu onca ‘avantaja’ rağmen, neden büyük ‘fenci’ ve matematikçiler yetiştiremiyor? Edgar Morin’in deyişiyle, insan varlığının, “akılcı, deneysel, pratik ve teknik bir anlatım; simgesel, mitsel ve sihirli bir diğer anlatım” biçiminde iki ‘anlatım’a sahip olduğunu ve bunların birbirini bütünlediğini neden anlamıyoruz? Dayanışmayı, paylaşmayı, eleştirmeyi, adaletsizlikler karşısında direnmeyi bilen öğretmen imgesi neden kayboluyor? Ekonomik ve ‘özlük’ hakları konusunda, sisteme karşı ‘sinmiş’, kaderci bir yaklaşım sergileyen öğretmen tipinin, birey olarak meslektaşına karşı ‘sivri dilli’ ve saldırgan olması neyle açıklanabilir? Üstüne başına gösterdiği özeniyle, itiraz, direnç ve birikimiyle göze çarpan öğretmen imgesinin, ‘ekonomi’, ‘makam’ vb. gerekçelerle güya dünya görüşüne ve anlayışına zıt yerlere kolaylıkla ‘taşınabilen’ bir tipe dönüşmesi neyle açıklanabilir? ‘Öğretmen’ başlığı taşıyan sitelere yönelik bir ‘sosyal medya analizi’ bunlara benzer birçok soruyu daha karşımıza çıkaracaktır. İçi boş, hiçbir sorgulama üretmeyen, öğretmeni ‘hayıflanıp rahatlayan’ mızmız bir kişiye dönüştüren bir ‘vecize enflasyonu’; aynı sitenin aynı bağlamı hem olumlayan hem de tam zıddı biçimde olumsuzlayan ‘paylaşımları’… Son yıllarda ‘popüler psikoloji’nin ürettiği, “gereksiz insanları hayatınızdan atın rahatlayın” türü, zekâ, anlayış, vicdan yoksunu bencillik yayan sloganlarının biçimlendirdiği zihin yapısı nereye varabilir? Sosyal medyada, dil yanlışları, yalan yanlış ‘malumat paylaşımı’; internetteki bilgi kirliliğinin önemli bir bölümünü oluşturan ‘site’lerden hiç sorgulamadan, kitaplarına bakmadan çeşitli şair ve yazarlara ait bilgi ve alıntıları paylaşan, daha da ötesinde bu yalan yanlış aktarmaları süslü panolarla, masraflı çerçeveli tablolarla okullarına taşıyan, taşınmasına aracı olan öğretmenin ‘bilgi profili’ nasıl değerlendirilebilir?

***

Şiir paragrafı

Bu ‘paragraf’ın konuğu Halide Yıldırım’ın ‘Yeşil’ şiiri… Yıldırım, ilk kitabı ‘Issız Kuğu’dan itibaren, coğrafyaya çeşitli cepheleriyle değinen, farklı dil ve kültürlere ait ögeleri şiirine taşıyan bir şair. Yer yer ironiyle göze çarpan duyarlığını ‘dik başlı’ bir tavırla, ayrıntılarını incelikle yokladığı antik kültürlere, mitoslara ilişkin motiflerle dile getiriyor. Antik Mezopotamya’nın ‘Ur’undan günümüze gelirken sözcük oyunlarıyla; şehirler, kadın ve ‘çalgı’ tarihinden taşıdığı ‘izler’le, çağrışım yüklü bir şiir ‘Yeşil’:
Bu yeşil
Ur’dur

Bu siyah cenin
Ter

Bu şehrin mahremi…
Deri kaplı çiniler, sabi

Kubbeler miğferi memelerimin
Zilzen, boruzen, nakkarezen

İki ileri bir geri gündüz beyim
Çalgısız oynana bir oyundur

Bu şehri zehir.