Kendimi bazen hisler koleksiyoncusu gibi hissediyorum. Yağmurda, gazete yazımı yazacağım o küçük sevimli kafeyi ararken, bu yağmurun bana hiç de iyi hissettirmediğini düşündüm bir an. Sebebi, savaşa dair okuduklarımdı muhtemelen. Genelde yağmuru bir çocuk neşesiyle yaşarken, şimdi tuhaf bir keder...

Her daim pozitif duygular yaşamak isteyenleri düşündüm. Duyguların pazarlanması öyle bir noktaya geldi ki, ölen yakını için gözyaşı dökemeyen biri, hiç tanımadığı kişiler için medyanın pazarlamasıyla derin bir acı yaşayabiliyordu. Sanki öyle kişilerin duygularına el konulmuş gibiydi, duygulan denildiğinde duygulanan biri, duygulanabilmesi için bir şarkıya, televizyondaki kışkırtıcı yayınlara, bir film ya da dizideki sahneye ihtiyaç duymak... Duygunun kendisinden çok, nasıl sahnelendiği, kurgulandığı önemli bir hale gelmişti.

Savaşla ilgili propaganda ve yayınlar da öyle değil mi? Neye ve nasıl duygulanacağımız belirlenmeye çalışılıyor sürekli. Sokakta ölmüş bir kedinin yanından hiçbir şey hissetmeksizin geçerken, aynı kedinin fotoğrafını sosyal medyada görünce duygulanabiliyor olmamız, içeriden hissedilen değil de arz edilen duygulara göre yaşadığımız anlamına gelmiyor muydu? Belki de abartıyorum, her zaman öyle değiliz ya da herkes öyle değil, ama gidişatın o yönde olduğuna dair çok işaret var.

İlişki denilince de benzer bir sorunla karşılaşıyoruz sanki; sohbet etmek, anlamaya çalışmak gibi şeylerden önce yeterince eğlenip eğlenememek, dış görünüş, statü vs önemli bir hale gelebiliyor. Bir televizyon kanalından diğerine zaplamak gibi, ilişkiden ilişkiye geçilebiliyor. Ve bu, belli bir noktadan sonra ilişki korkusuna dönüşüyor; ilişki denilince pek çok kişinin zihninde, sanki hayatı işgale uğrayacakmış korkusu beliriyor. Her sabah günaydın mesajı atmak, saatlerce telefonda konuşmak, başka birine göre hayatını programlamak... İlişki denilince bir başkasına tâbi olmak, ona uyumlu olmaya çalışmak anlaşılıyor. Hâlbuki, uyumlu değil uzlaşmacı olmak, karşılıklı olarak duyguların ve ihtiyaçların dile getirilmesi, bir olmak değil, ayrı ayrı ama ortak bir noktada, hayatta buluşmak daha anlamlı değil mi? Belki, ben de böyle bir öğütte bulunarak ‘öğüt endüstrisi’ne katkıda bulunmuş oldum. Niyetim bu olmasa da... Ama benliğin metalaştırılmasıyla, tam tersi olan özgürleştirilmesi, aynı tekniklerle mümkün oluyor. Psikoloji ve felsefe, hem öğüt endüstrisine, hem de bu endüstriden sıyrılıp kendini gerçekleştirmeye hizmet ediyor.

Hissetmek, aslında insanın kendi içinde bir ‘kendilik imgesi’ olup olmadığıyla ilişkili. O kendilik imgesi, hislerimize bir anlam vererek üretiyor. Kendisini duruma ve karşılaştığı insanlara göre yeniden kurgulamaya, sürekli başka biri olmaya çalışan biri, neyi nasıl hissedebilsin ki?.. Arz edilen duygu ve kimliklere göre yaşayan biri, kendi içsel güçleriyle hareket etmediği için yalnız kaldığında boşluk duygusunun verdiği acıyı ve anlamsızlığı hissediyor ve o histen kurtulmak için insanlara ihtiyaç duyuyor, onları tanımak, paylaşmak ya da üretmek gibi zevklerden ziyade. Sürekli önyargılarıyla boğuşuyor, kıyaslamalar yapıyor, haset etme ya da haset ettirme üzerinden varolmaya çalışıyor. Bu da kendini bırakamama güvensizliği içinde bir döngüye neden olabiliyor.

Benliğin metalaştırılması, bu çağın temel meselelerinden birisi haline geldi. Bu metalaştırmada, duyguların pazarlanabiliyor oluşu, hakikati sisler içerisinde bırakıyor; hissedemediğimiz hiçbir şey hakiki olamaz ki...