Kanun devleti olmak hukuk devleti olmak değil, demokrasi hiç değil. Temelinde adalet olmayan bir hukuka dayanmayan ülkelerde demokrasi olmaz. Adaletle, hakla, özgürlükle uzaktan yakından ilgisi olmayan kanunlarınız olabilir ama... Onlara uyarak, onları uygulama adına dünyanın en baskıcı yönetimlerini kurabilirsiniz.

Kanunlara bile uymamak, o bambaşka bir şey işte!

Bir ülkede kanunların anası olan en üst yasa anayasaya ve onun gözetiminden uygulanmasından sorumlu olan en üst organ da anayasa mahkemesi.

Lafı nereye getireceğim belli; Anayasa Mahkemesi’nin Mehmet Altan ve Şahin Alpay konusundaki kararı ve o karara hükümetin, ilk kararı veren ağır ceza mahkemelerinin tepkisi…

Altan ve Alpay ile benim, genel olarak da bu gazetenin ne kadar düşünsel yakınlığı olabileceğini söylemenin gereği yok. Pek çok konuda karşı karşıya geldiğimizi herkes bilir. Ancak, Ergenekon davalarından beri memlekete öyle bir siyasi iklim hakim kılındı ki, bir ilkeyi savunduğunuzda dün “darbeci” damgası yapıştırılıyordu bugün de “FETÖcü”.

Ancak, bazı temel ilkeleriniz yoksa, gerek bireyler gerekse de siyasi partiler ve devletler olarak, kimse sizi ciddiye almaz. İlkeleriniz yoksa siz de yoksunuz!

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki (AİHM) Türkiye aleyhine başvurular yığılıp dayanılmaz bir noktaya ulaştığında, ülkenin itibarını da sarsar hale gelmişti. AKP iktidarı, gerek AİHM’i gerekse de ülkeyi ve kendini rahatlatmak adına Anayasa Mahkemesi’nebireysel başvuru hakkını getirdi. Bu hak, 12 Eylül 2010 referandumuyla onaylanıp hukuk sistemimize girmiş oldu.

O günlerde, bu adımı büyük bir demokrasi hamlesi, kendisinin demokrasi şampiyonluğu olarak takdim eden de AKP’ydi!

Artık, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için, “Bireysel başvuru, temel hak ve özgürlükleri kamu gücünün işlem, eylem ya da ihmali nedeniyle ihlal edilen bireylerin diğer başvuru yollarını tükettikten sonra başvurdukları istisnai ve ikincil nitelikte bir hak arama yolu olarak” anayasamıza girmişti. Altan ve Alpay da bu hakkı kullandılar.

Anayasa Mahkemesi’nin kararı gereğince de salıverilmeliydiler. Ancak, öyle olmadı. OHALsiz dönemde bu karara uyulurken, şimdi uyulmadı. Yargılandıkları ağır ceza mahkemeleri onları serbest bırakmamak için gerekçeler ileri sürdü, gerekçeli karar bize gelmedi, Resmi Gazete’de yayımlanmadı dedi.

Adalet Bakanlığı da yapmış hükümet sözcüsü Bekir Bozdağ kararı eleştirdi. İktidarın kararını eleştirdiği Anayasa MahkemesiFETÖ’den temizlediği” mahkeme ve şimdi o mahkemenin kararına da karşı çıkıyor!

CHP’nin hukukçu Milletvekili İlhan Cihaner’e göre, iki gazetecinin salınmaması; “Bir infaz memurunun mahkemenin tahliye kararı verdiği birini cezaevinden bırakmamasına benziyor.

Bu hal, yönetimde hiçbir kriterin kalmadığı, keyfiliğin hakim olduğu OHAL’dir işte! Ne yazık ki, “OHAL düzenlemelerine bakmıyorum” diyerek bu keyfiliğin önünü de Anayasa Mahkemesi açtı ve şimdi onun kararlarına da keyfilikle yaklaşılıyor!

Memleketin siyasi iklimine bu hal hakim olduğunda, yarın biz bu seçimlerin sonucunu da tanımıyoruz denemez mi?

Yine Cihaner’e göre; olanlardan hareketle ve teorik olarak bu mümkün, ancak öyle bir durumda gösterilecek toplumsal tepkiyi göğüslemenin de göze alınması lazım!

İşte, OHAL’in bu hal, bu halin olağan hal olmaması için, “İnsanların işiyle, ekmeğiyle tehdit edilmediği, özgürce seçimler yapabildiği bir ülke için”, KESK yarın Bakırköy’de “OHAL değil demokrasi” mitingi düzenliyor.

Son zamanlarda kimilerinin ağzına baktığı ve etrafında sert tartışmalar döndürülen 11. Cumhurbaşkanı Gül de, “OHAL’in inşallah son kez uzatılmasını” diledi. Gazetecilerin tutuksuz yargılanmasından yana olduğunu, bunun Türkiye’nin dışardaki imajı açısından da son derece önemli olduğunu söyledi. Ancak, bir kardeş kavgasına da başladığı görülen iktidarın, eski “kardeş”lerinin söylediklerinin tam tersini yapma eğilimi var.

O yüzden, etkili olacak tek ses Bakırköy’den yükselecek çok güçlü bir “OHAL değil demokrasi” sesidir!