Terör örgütleri ve mensupları dışında, OHAL’den zarar gören hiç kimse yoktur.”

Hiçbir devlet kendisine sadakatle bağlı olmayan memurlarla, kamu görevlileri ile devam edemez.”

İlk cümle, AK Parti Genel Başkanına (ve eski Başbakan) ait: TBMM açılış konuşması, 1 Ekim.

İkincisi, Başbakana (ve AK Parti eski Genel Başkanı) ait: ‘İşçisiz’ ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) toplantısı, 2 Ekim İstanbul.

“OHAL’den zarar gören hiç kimse yoktur” diyen kişi, sözlerine, hükümetin OHAL yetkilerinin çok azını kulandığını da ekledi. Buradaki “çok az” sıfatı, ancak şöyle anlaşılabilir. Anayasal çerçevede kullanılan yetki çok az.

Parti değil, kişi…

Hatırlayalım: Tam on yıl boyunca (ve Anayasa dışı yol ve yöntemler ile) Türkiye’yi birlikte yönettiler… 12 Eylül 2010 Anayasa oylamasının ardından su yüzüne çıkmaya başlayan iktidar paylaşım kavgası, 17-25 Aralık 2013 süreci ile zirveye taşındı.

Kumpas kuruldu, aldatıldık vb. suçlama ve ‘aile içi yeni’ mağduriyet söylemi eşliğinde Cumhurbaşkanlığı seçimi 10 Ağustos 2014’te yapıldı; 7 Haziran 2015 yasama seçim sonuçları hazmedilemeyince, bunun rövanşı 1 Kasım’da alındı…

Çıkarım: Parti, tek başına yönetemedi; kişi yönetmeye kalktı, ama…

“Anayasa suçu işleniyor”

MHP Genel Başkanı Bahçeli, darbe girişiminin 3. ayında ‘Hükümet ortaklığı’ yoluna bu sözlerle adımını atmış oldu. Tam bir yıldır hükümetin destekçisi olmakla birlikte, daha çok Külliye müttefiki izlenimi uyandırıyor. Aslında bu konumu, hükümeti hayli geride bırakıyor. Öyle ki, Başbakan, -2 Ekim konuşmasında olduğu gibi- Külliye dümeninden şaşmamaya çalışsa da, bakanların hali, ‘şamar oğlanı’ sözünü çağrıştırmıyor değil.

Özet: Külliye’nin kollamak için özen gösterdiği tek kişi, şimdilik Bahçeli; yani ‘anayasa suçu’nu teşhir eden kişi.

TEOG-MTV hattı…

Başkan TV’de “TEOG kalkacak” diyor; konuyla ilgili ve hukuken yetkili bakan ise, taksi durağında, ancak “TEOG kalkacakmış” diyebiliyor. Maliye Bakanı, yüzde 40 oranında MTV zam gereği ve hazırlığını açıklıyor; bakanlar destek yarışına giriyorlar. Ama Başkan, bunu makul bulmayınca, Hükümet bu kez “makulü bulma seferberlik” hazırlığına başlıyor (…)

Çatışmanın anlamı

12 Eylül 2010 ‘çatışmacı anayasa değişikliği’, değişikliği kotaran müttefikler arasında hesaplaşma çatısmasına dönüştü. Yine çatışmacı ve istismarcı 16 Nisan 2017 Anayasa değişikliği için hükümet sahaya sürülmüştü…

OHAL ortam ve koşullarında, anayasa ‘görev+yetki+sorumluluk’ zincirini işleterek ‘anayasal düzeni tesis’ yerine, Anayasa’ya aykırı bir şekilde, ‘kişi için anayasal düzen’ hizmetinde ‘Hükümet seferberliği’ ilan edilmişti. Seferberlik, Hükümet ile sınırlı değildi; yerel yönetimleri de kapsıyordu, hatta bir devlet seferberliği söz konusu idi.

Şimdi ise, seferberlik öncü ve aktörleri, bireysel veya kolektif olarak ‘yargısız infaz’a tabi tutuluyor veya kuklalaştırılıyor…

Hangi yolda? Anayasa proje sahibi, tek başına yönetmeye başlayınca ne denli etkili ve halktan yana bir yönetim sergileyeceği izlenimini pekiştirme ereğinde.

Hukuk/mağduriyet ve sadakat

Şimdi dönelim halef-selefin sözlerine: “Terör örgütleri ve mensupları dışında, terörden zarar gören hiç kimse yoktur”.

-Terör örgütü mensubiyeti nasıl belirleniyor? Yargı dışlanıldığına gore, bunu idari ve siyasi makamlar belirlemiyor mu? İdari makamlar kimler? MİT mensupları mı, cemaatler arası dans eden yardakçılar mı? Yoksa Anayasa, ahlak ve akıl dışı politikalar karşısında sadece toplumu bilgilendirme görevini yerine getirenleri, OHAL KHK altında imzası bulunan zevat, doğrudan mı belirliyor?

-Devlet ve sadakat: Devlete sadakat, öncelikle, Anayasa’ya saygıdır: “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır” (md.11).

Sorunun özü şu: Devlete sadakat, hukuka bağlılık demek; çünkü hukuk devleti ‘hukuk kuralları bütünü’ olarak tanımlanır.

Bu nedenle, Anayasa’ya saygı göstermeyenleri teşhir, devlete sadakat olduğu kadar bir yurtseverlik görevi; tam tersine, ‘anayasa suçu’ işlemeyi alışkanlık haline getirenleri –sırf çıkarı bunu gerektirdiği için- destekleyenler ise, vatana ihanet ortaklığı içinde…

12 Eylül’den 16 Nisan’a

12 Eylül Anayasa değişikliği iktidar içi ‘hizipler savaşı’ nedeniyle, Türkiye uçurumun kenarına dayandı; 16 Nisan değişikliği ise, bu kez, anayasal ‘görevli+yetkili ve sorumlu’ kesim ile bu üçlünün dışında yer alan kişi arasında saydam bir hesaplaşmaya dönüştü…

Kavgaların en büyük mağduru hukuk oldu. Ya devlet? Kalan, şimdilik sadece ‘bahçeli’ olanı.

Bu manzara-i umumiye karşısında, ‘insan haklarına dayanan devleti’ savunma görevi, Türkiye demokratlarına düşmekte; hem de acil bir şekilde.