AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, kaybedebileceğini ilk kez 2013’ün Mayıs sonunda anladı. Kuzey Afrika ‘ziyaretinden’ dönüp, gece yarısı 01:40 sıralarında İstanbul Atatürk Havalimanı’na indi. Gezi Direnişi zirve noktasındaydı, Türkiye’de milyonlar sokaktaydı. AKP teşkilatı SMS ile ‘toplanma’ çağrısı yaptı. Erdoğan; 00:03’te düzenlenen mitingde sözlerine; “İstanbul’un kardeşi Saraybosna, Bakü, Bağdat, Şam, Gazze, Mekke ve Medine’yi selamlıyorum” diye başladı. Ülke nüfusu arasında ilk kez bir ayrım koydu. ‘Millet’ ve ‘halk’ tanımı ortaya çıktı. Altı çizilen bu cümleler gibi ‘ümmetçilik’ vurgusu da kitlenin attığı “Yol ver geçelim, Taksim’i ezelim” sloganı da tesadüf değildi. Sık sık seçim sandığı ifadelerini kullanıyordu. Fakat tam tersi olarak artık kafasında başka yöntemlerin de olduğu anlaşılıyordu.

•••

17-25 Aralık operasyonu başka bir perdeyi açmıştı. Erdoğan’ın kaybetme korkusu, ‘kaybedersem ne olur’ sorusunun yarattığı endişe ile birleşti. Bu, kimya bozan birleşim ülkeyi de tahribat alanına dönüştürdü. Tahribatın izleri, Erdoğan’ın 2. defa kaybettiği anda derinleşti. 7 Haziran - 1 Kasım arası, "Amaca ulaşmak için her türlü araca başvurmanın uygun olduğu" kanlı bir Makyavelizm aşamasıydı. 20 Temmuz 2015’te Suruç Katliamı yaşandı. 2 gün sonra Urfa Ceylanpınar’da, 2 polisin evinde öldürülmesiyle barış görüşmeleri bitirildi. IŞİD katliamı, 24 Temmuz’da Kandil’in bombalanmasına, Alevi mahallelerinde polis baskınlarına, Kürt bölgelerinde yıkıma evildi. ‘IŞİD’den bu noktaya nasıl varıldığı’ konusundaki soru işaretleri, şok dalgalarına takıldı. Ne sorular, ne cevapları toplumun geneline ulaşabildi. Şok halkası 10 Ekim 2015’te tamamlandı.103 kişinin katledildiği korkunç sahne bir anda kesilerek Erdoğan’ın balkon konuşmasına açıldı. Gerçekte ortada ne adil bir seçim ne de sık sık vurgusu yapılan sandık vardı.

•••

Şüphesiz 15 Temmuz 2016, Türkiye için yeni bir kırılma noktasıydı. ‘Allah’ın lütfu darbe’ toplumsal korkuyu yeniden zirveye çıkarırken, AKP ve Erdoğan’a da ortaya çıkan dinamikten bir kez daha yararlanma şansı verdi. Darbeden 5 gün sonra ilan edilen Olağanüstü Hal’in (OHAL) üzerinden 18 ay geçti. 6. kez uzatılan OHAL’de, 1194 maddelik, 30 Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarıldı. KHK’ler, yasama organını devre dışı bırakarak, Erdoğan ve ona bağlı hükümetin ülkeyi keyfi olarak yönetmesine imkan verdi. Meclis feshedildi. OHAL, ulusal güvenlik gerekçesi ile uzatılıyor. Oysa KHK’lerin pek çoğu OHAL’in ilan edilme amaçlarıyla ilgili değil. Türkiye’nin imzaladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 15. Maddesi’nde “Tahmin ve varsayıma göre OHAL uygulanmaz, uygulanması için tehlikenin mevcut ya da çok yakında gerçekleşmiş olması gerekir” tanımlaması var. Oysa OHAL ilan edilmeden bile tehlike bertaraf edilmişti.

•••

Darbeyle sınırlı kalmayan KHK’ler çok geniş bir alana ulaştı. Temel hak ve özgürlükler ihlal edildi. İşkence geri döndü. Vekiller, gazeteciler, avukatlar, tutuklandı, belediyelere kayyum atandı, medya organları kapatıldı. Özel şirket ve kapısına kilit vurulan derneklerin mallarına el konuldu. Yine OHAL’de kadınlara yönelik şiddet artarken, KHK’ler bölgede, sürgün, mülksüzleştirme ve yıkıma yol açtı. Kamu çalışanları, üniversite hocaları bir gecede işlerinden atılıp, aileleri ile açlığa mahkum edildi. KHK’ler kapsamında darbe ile tamamen alakasız uygulamalar da ortaya çıktı. Sözgelimi usulsüz çevre düzenlemeleri ile kamu varlıkları ranta açıldı. “Bunların güvenlikle ilgisi ne?” sorusunu tekrar etmek ve halka ulaştırmak önemlidir.

Mutfakta ısıtılan savaş ya da çatışmayı Türkiye tezgâhında OHAL’le süsleyen iktidar, bu tuhaf mönüyü dayatmakta sonuna kadar ısrarcı olacak. Masadaki ahengin bozulmaması için, düşmana, savaşa ve sürdürülebilir hukuksuz bir düzene ihtiyaç var. Siyaset bilimci Carl Schmitt’in ‘Siyasal İlahiyat’ kitabının ilk satırları;

“Egemen olağanüstü hale karar verendir’ sözleriyle başlayıp, “Kanun aslında egemenin ağzından çıkan sözlerdir” ifadeleri ile sürer.

•••

Afrin, somutu anlatabilen bir turnusol olabilir. ÖSO çeteleri ile yığınak yapılıyor. Kendisi açısından artık bir seçim kaybetme şansı olmayan Erdoğan, sınırı aşan bir savaşı, soluklanma fırsatı olarak değerlendiriyor. Milliyetçi-İslamcı seçmeni konsolide etmek, kutuplaşma üzerinden bir kez daha yol açmak ve ‘güvenlik’ vurgusuyla mevcut koşulları daha ileri bir boyuta taşıyarak sürdürebilmek istiyor. Ancak bu, ülkenin nefes borusunu tamamen kesecek bir soluklanma! Haritaya bakmak bile riskleri anlamak açısından yeterli. Kürt bölgesi Afrin, yanıbaşında Nusra militanlarının olduğu İdlib. Her iki bölge de yarısı Alevi olan Hatay’la komşu. Suriye’deki cihatçların ve ailelerinin nüfusunun yüzde doksanını oluşturduğu adeta bir Sünni kemeri oluşturulan Reyhanlı ise tam çizgide.

•••

OHAL’in işlevini, bir sıkıyönetimle tamamlamasının bile mümkün olduğu bir aşamadayız. Durum, ‘yenilen pehlivan savaşa da OHAL’e de doymaz’ sınırının çok ötesinde. Daha sıkıntılısı Türkiye’nin göz göre göre büyük bir beka sorununa doğru savrulmakta olduğu. Az ötedeki kıvılcımların, bir ülkeyi nasıl yangın yerine çevirebileceği gerçeğini ‘Kobani düştü düşüyor’ sözlerinin ardından gördük.

•••

Darbenin ardından generallerin serbestçe dolaşırken, emir-komuta zincirindeki askeri öğrencilerin ağırlaştırılmış müebbetle yargılandıklarını da duymamışlardır. Ya da ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ sözleriyle; savaşların kanla gözyaşından başka bir şeye hizmet etmediğini anlayamamışlardır.