Memleket iktidar eliyle zorla savaşa sokuluyorken, işkencenin olağanlaşmasını konuşmanın anlamsız olduğunu düşünebilirsiniz. Malum, Ortadoğu ülkesiyiz ve devlet, hele ki böyle zamanlarda, aslına rücu eder; işkenceye, intihar adı verilmiş cinayetlere hız verir.

Alıştığımızdan mıdır, yoksa artık içimiz kaldırmadığından mı bilinmez, görmek, duymak, konuşmak, hele ki karşı çıkmak giderek zorlaşıyor. Ya da belki korktuğumuzdan? Ancak kendi arkadaşlarımıza yapılınca ses çıkaracak halimiz kaldı, yıldık, belki de.

Ama cevap ne olursa olsun, memleketin dışı yanarken, içi de bizi yakıyor, dört bir yanı ‘dağılmış pazar yerlerine’ benziyor.

Nerede, ne zaman patlayacağı bilinmeyen bombalar, operasyonlarda açılan ateşler, hapishane hücrelerinde intiharlar, uzun gözaltılarda falaka, elektrik, dayak… Ölüm her köşede bizi bekliyor.

Mesela, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nden sonra gelen AKP darbesinde dört kişinin hapishanelerde, birinin gözaltında, iki kişinin de gözaltına alınmaya çalışılırken intihar ettiği iddia edildi.

Cezaevinde intihar ettiği söylenenlerden biri, eski İstanbul Güvenlik Şube Müdürü Mithat Aynacı, diğeri eski savcı Seyfettin Yiğit. Belki de eski icraatları nedeniyle ölümleri gazete sayfaları arasında kayboldu.

Ama dört kişinin hapishanede ‘intihar’ edebilmesi zaten şüpheliyken, Astsubay Önder Irmak’ın gözaltındayken ‘intihar etmesi’ hiç inandırıcı değil. Bu ölümlerin olacakların habercisi olması ihtimali de baki.

İntihar iddiaları Emniyet Müdürlüğü ve Adalet Bakanlığı’na ait, dolayısıyla ispat yükümlülüğü de onlarda. Ama Adalet Bakanlığı, tavanı alçak bir hücrede, elinde urgan bile olmayan insanın nasıl kendini astığını açıklamak yerine, Silivri Hapishanesi’nde cinsle işkenceye maruz kalan kadınları “özellikle bir terör örgütüne mensup bayan tutuklular” diye yaftalama peşinde. (Hapishane müdürü de olayı “Söyleyin direnmesinler. Burası erkek hapishanesi, gardiyanlarımız da erkek. Olacaklardan biz sorumlu olmayız” diye açıklamıştı.)

Bakan Bekir Bozdağ, açıklamasının devamında kadın tutuklulardan birinin hastaneye sevk edilerek tedavi edildiğini de söylüyor. Madem dövülmedi ve yaralanmadı, neden hastaneye gönderdiniz? Cevabı yok.

Zaten açıklama yapmasını gerektirecek kamuoyu baskısı da yok. Çünkü iktidarın muktedir olamadığı, sesini de kısamadığı birkaç basın kuruluşu dışında tüm medya, Musul haritasını baştan çizmeye yeltenecek bir delilik hali içerisinde, ‘sınırötesi’ kahramanlık hikâyeleri yazmakla meşgul.

Oysa geçen hafta darp edilen çocuk tutukluyu ziyaret etmek isterken kendisi de dövülen avukat Günay Dağ’a destek için aynı hapishane önüne açıklama yapmaya giden avukatları duyduğumuzda, bunun bir ‘mizah’ hikâyesi değil, gerçek olduğundan hiçbirimiz kuşku duymadık. Hatta hapishane yönetiminin, basın açıklaması yapmaya giden avukatlara da saldırı düzenletebileceği ihtimalini bile konuştuk.

Bu arada Adalet Bakanlığı’nın “hapishanede işkence yok, erkek gardiyanlar kadın tutuklulara orantılı müdahale etti” minvalindeki açıklamasından bir gün sonra, aynı hapishanede, bu kez başka kadın tutuklu işkenceye maruz kaldığını anlattı. Ailesiyle telefonda görüşen Aysu Baykal, ‘havalandırmadan çıkmadığı gerekçesiyle ters kelepçelenip, kasıklarına tekmelerle vurulduğunu, ameliyat edilen böbreklerinin tekmelendiğini’ söylemiş. Ameliyat edilen böbreği, nakille değiştirilmiş olan tek böbreği.

Bizler bakanlıktan yanıt beklerken itiraf, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Enis Yavuz Yıldırım’dan geldi:

“İhtiyaç olduğunda çıplak arama yapıyoruz”, “195 bin hükümlü, tutuklunun olduğu kurumları 52 bin personelle yönetiyoruz, elbette münferit olarak bir takım olumsuzlukların yaşanma ihtimali her zaman var”, “OHAL kapsamında cezaevlerinde alınan tedbirler, büyük ya da çocuk ayrımı yapılmadan uygulanıyor”, “Cezaevlerinde bazı tutuklu ve hükümlülere müdahale ederken özel kıyafetli, teçhizatlı görevlilere ihtiyaç duyuluyor, mahpuslara sert müdahalede bulunmak için bu tür bir birim oluşturulacak”…

Yani, kısaca “Bizde böyle, alışın. Daha kötüsü de yolda” diyor.