OHAL yargısız infazları: Mesut İlkbahar

Olağanüstü Hal kalktı, Kalıcılaştırılmış Olağanüstü Hal geldi. Bu dönem, KHK’ler, ihraçlar, gözaltılar, tutukluluklar, yargılamalar, cezalar, vakıf, dernek, sendikaların kapatılması, TV, radyo ve internet sitelerinin susturulmasıyla anılacak. Kayıtlara 25 insanın intiharı girdi.

Bir de öldürülenler var. Yaşam hakkı, OHAL’in verdiği sınırsız ve kontrolsüz askeri güç ile elinden alınanlar. Bugün, size onlardan birini, Mesut İlkbahar’ı anlatacağım. İki yıl önce, 1 Ağustos 2018 günü, Pakire’nin karşısında bulunan karakolun önünde ateş açılması sonucu öldü. Yirmi beş yaşındaydı, ömrünün baharında.
O günün sabahı Mesut, babası ile karakola adli kontrol kapsamında imza vermeye gidiyordu. İmza sahibi baba, tam 6 aydır bu karakola her pazartesi sabahı geliyor, karakol içinde bir er, imza atacağı belgeyi karakolun kapısı önüne getiriyor, imzayı aldıktan sonra içeri götürüyordu.

Sabah baba-oğul, yıllardır sahibi oldukları ve karakoldakilerin markasından plakasına kadar iyi tanıdıkları arabalarıyla karakol önüne yaklaştıklarında birden silah sesleri duydular. Karakola sol tarafındaki Kot Deresi’nden sızma ve ateş açma girişimi yaşanmıştı. İki asker ateş sonucu yaralanmış, karakoldakiler ateş üstünlüğü sağlamak için Kot Deresi civarını yoğun taramaya başlamışlardı.

Mesut şoför koltuğundaydı, silah sesleri karşısında ilkin ne yapacağını şaşırdı, sonra toparlandı, camdan ince gövdesini kısmen dışarı vererek ayağa kalktı -elleri havada çırpılıyor-, karakola bağırdı: “Biz köylüyüz, ateş açmayın!” Tam bu sözü söylediği anda vuruldu, koltuğa yığıldı. Baba, arabadan indi, göğsünden vurulmuş nazlı oğlunu dışarı çıkardı, incitmeden kucağına aldı, elini kan fışkıran yaraya bastı, karakola bu defa o bağırdı: “Yaralı var, yardım edin!” Karakolun kapısı açılmadı. Cep telefonuyla ambulansı aradı, gelmedi. Toprak yolun tam ortasında, kurşunlarla delik deşik olmuş bir arabanın yanında, yüreği paramparça bir baba, kucağında kanlar içinde sessiz bakışlarıyla bir oğul, bir karakola, bir yola bakakaldılar. Oğulun kanı yavaş yavaş aktı, yanda kıpkırmızı bir göl oldu.

Bu sırada karakol üstünde bir helikopter belirdi, büyük bir gürültü ve toz yayarak aşağı indi, on dakika içinde az evvelki saldırıda hafif yaralanan iki askeri alarak dakikalar sonra Elazığ Hastanesi’ne yetiştirdi.
Helikopterdekilerin aklına, karakol önünde en az yirmi dakikadır babasının kucağında duran Mesut’u almak gelmedi.

Mesut’a ve babasına ateş açılması için hiçbir sebep yoktu. Polislerin hazırladığı olay yeri tutanağına göre araba, karakoldan tam üç yüz metre ötede vurularak durdurulmuştu. Karakola bu mesafeden bir saldırı ihtimali yoktu.
Karakol komutanı ve emrindeki kırk yedi asker “tanık” sıfatıyla dinlendiler. Tek bir tanesi bile araca ateş ettiğini kabul etmedi -Polis incelemesine göre arabaya üç kurşun isabet etmişti-. Oysa hepsi, “aracın önünden toz kalktığını, araca ateş edildiğini anladıklarını” söylemişti. Savcı bir tanesinden bile “şüpheli” ifadesi almaya gerek görmedi. Halbuki karakol komutanı -savcıya değil- ilçe jandarma komutanına bir gün sonra, “personelime ateş etmeyin dedim, ancak beni duyup duymadıklarını, ayrıca ateş edip etmediklerini bilmiyorum” demişti. Buna rağmen savcı hiçbir hususu araştırmaya gerek görmedi.

Mesut İlkbahar, tam iki saat sonra ailesinin imkanlarıyla götürüldüğü Tunceli Devlet Hastanesi’nin sessiz bir odasında, “kan kaybı”ndan öldü. Hayatının başlarında, henüz on gün önce ilan edilmiş OHAL’in ilk kurbanıydı.


Mesut İlkbahar’ın kanı aktı o yola, bir Ağustos sabahıydı. Bir baba, yerdeki ve havadaki canlılar, sessiz dağlar hepsine şahitti ki, Pakire’ye Dersim’in balkonu derler. O çocuğun kanı akıyor daha, karakolun duvarlarıyla mevzilerine, kapısıyla kulelerine yapışıyor, tepeleri yalayan toza, esen rüzgara, yalnız ağaca, ıssız patikalara değiyor, hastanenin koridoruna, cenazede adalet isteyenlerin sloganına, savcının kırmızı cübbesine bulaşıyor, baba Alişan’ın ellerine, bir annenin dinmeyen yüreğine yerleşiyor. O yirmi beş yaşındaki gencin kanı, o kan, akıyor, yayılıyor, yayılıyor..