Kendisiyle dertleşirken; “Bir yazarın mutlaka mahpusa düşmesi gerekir mi?” diye soruyor Akbal. Haklı soru. Geri kalmış toplumların yazgısında var; aydınlarını, yazarlarını çiğneyerek ilerlemek!

Oktay Akbal’ın düşleri çalındı mı?

Düşlerden bunca söz eden biri ölür mü?
Oktay Akbal öldü. ‘Buna şaşacak ne var’ diyebilir kişi kendine. 1923 doğumlu bir insan, uzun yaşamış sayılır ve gün gelir, doğal bir sonuç olarak aramızdan ayrılır. Elbet bunca genç insanın, çocuğun, kirli savaşla öldürüldüğü şu günlerde, birinin, kendi doğal sürecini tamamlayarak aramızdan ayrılması sevindirici bile sayılır! Oysa yazar öldüğü zaman, hep şu soruyu sorarım ben: ‘Acaba daha ne tasarıları vardı aklında, neler yaratacaktı, eksik kalan hangi sözüdür?’ Oktay Akbal, neredeyse tüm yazın yaşamı boyu, ölümle derin hesaplaşmayı sürdürmüş biri. Nihayetinde geldi, kapısını çaldı ölüm ve aldı götürdü aramızdan ustayı…
“Ben öldükten sonra, tüm yarattıklarımı toplayıp bir kitap yaparlarsa, adını ‘Yazılar’ koysunlar” diyor Akbal. Öykü, deneme, roman, makale her ne olursa olsun, yazıdır işte! Bir yazarın kendini en yalın tarifidir bu. Yaşamayı seçmemiş, yazmayı yeğlemiştir yazar. Dertlidir bir yanıyla Akbal. Günlük gazete yazılarının onu esir aldığından söz açar, vereceği eserleri ertelemek zorunluluğundan dem vurur, kederlenir. İçinde bitmek bilmeyen eksiklik duygusu… Esasen bu yazar denen mahlûkun ortak derdi, yazgısı işte. Ne denli yaratırsa, ürün verirse versin, hep bir eksiklik, hep bir çaresizlik içinde boğulur yazar…

Akbal gitti gericilik geldi
Oktay Akbal edebiyatını bilen ne az kişi var çevremde. Köşe yazılarını anımsayan da az kaldı, yazık. Oysa dil bilinci, edebiyatçı derinliği, dünyaya insancıl bir gözle bakmanın inceliğiyle ne yazdıysa öyle yazdı. Bazı yazarların yapıtıyla yaşamı arasında o kadar iç içe bir bağ vardır ki, şaşırır insan, sevinir hatta! (Bundan sonra Oktay abi diyerek devam edeceğim) Günce tutmayı seven, gün gelip okurun eline düşeceğini bildiği için ihtiyatlı yazan, anılarını gizlemeyen ve kurgu yapıtlarında bile kendini açığa koyan bir yazar Oktay abi.
Son birkaç zamandır aklıma sık geliyordu. ‘Kişisel Direniş Kitabı’nı yazarken, bir okurdan söz etmiştim, bana bir imza gününde Oktay abinin ‘Günlerde’ kitabını hediye etti. Sevdiğimi sezmiş okurum. Oktay abiyi ziyaret etmek istedim. Hastaydı. O halde görünmek istemez yazar. Rahatsız etmekten endişe ettim. Şimdi yeniden okuyorum yazdıklarını. Bir ara yayıncı bile bulamamıştı koca Oktay Akbal. Bir de soruyoruz: ‘Yobazlık, gericilik niye azdı?’ diye. Eh Oktay Akbal kendi gazetesinden dışlanıyorsa, kitapları neredeyse bulunamaz haldeyse, ricat başlamış, devrim çökmüş, gericilik iktidar olmuş demektir!

oktay-akal-in-dusleri-calindi-mi-70919-1.Yaşamaya doyulur mu?
Kaç zaman önceydi, değerli dost Öner Ciravoğlu’yla Ataköy’deki eve ziyarete gittik Oktay abiyi. Ne mutlu oldu o gün. Ben, okuru olduğum birini karşımda bulunca ne sevinçliydim. Uzunca söyleştik. Kitaplar imzaladı bize, “Önce Ekmekler Bozuldu” diyen bir yazar… Şiire ne denli düşkün olduğunu anılarını okuyunca daha derin görür insan. Kitap adları bu yüzden bir dize gibidir. Genç insanın dünyasını ne güzel, derinden ve ayrıntıyla anlatır Oktay abi. O genç duyguyu hiç yitirmemiş, hep çağını takip eden ve dilini, yaratısını öyle kuran bir yazar oldu Oktay abi.
“Düş Ekmeği” ne güzel bir kitap. Oktay abi on yedi yaşında bir yazma heveslisini anlatıyor. Kendisi olduğu apaçık ortada! İç sıkıntısı alabildiğine, aşk sorgusu bir yandan, cinsel arzular ve İstanbullu olmanın güzelliği ve yükü. Kısacık bir roman! Dönüp düşündüm, hiç bitmeyen bir sorgu bu, gençlikte edinilen sorunlar yaşam boyu sürüyor. Bir de, acaba insan gençken ölümü daha çok mu merak ediyor ki; bunca söz açıyor ondan. Sanırım gençlik, hep bir eksik kalma kaygısını da getiriyor beraberinde. Yaşamaya doyulur mu? Bu soru var Akbal’da. Peki ya yanıtı… Bence o da var…

oktay-akal-in-dusleri-calindi-mi-70920-1.“Düş Ekmeği”nde şöyle diyor genç adam, “Bir yazar genç ölmeli, kamburu çıkmış yaşlı yazarlar, ozanların yapıtları da kendileri gibi ölgündür, solgundur, yaşamdan yoksundur. Öyle gelir bana… Boşuna zaman yitirmemeli, yazmalı, hep yazmalı. Öyleyse ne işim var caddelerde, oturup bir kahve köşesinde kaleme sarılmalı.” Doğru mu söylüyor acaba genç yazar? Oktay abi, bunu kaleme alırken genç olmanın heyecanına mı kapıldı, yoksa gençliğin yazabildiğince sürdüğüne mi? Bence ikincisi…

Elbet cezaevine düşüyor
Annesiyle bağı çok etkiledi beni Oktay abinin. İnsanın böyle takıntısı olur bazen. Sanki o kişi ölünce, yok olunca yaşam duracak sanır. “Geçmişin Kuşları” annenin ölüm sürecini ve yazarın duygu hallerini ne güzel dile getiriyor. Günce tutmanın böyle bir değeri var. Gündelik olayların, duyguların akışını, biraz da çalakalem yazma cesaretiyle not etmek ayna işlevi görüyor. Ben ilk gençlikte tutmuştum günce. Neden bıraktım? Disiplin işi. Ya da belirgin bir yalnızlığın yansısı bu! Belki dostlar, koşturma, yaratma telaşı günceye yer bırakmadı! Belki yeterince dürüst olamadığı için kişi, kaçar bu eylemden. Hakikati kendine gösterme cesareti yoktur. Esasen yazmak dediğimiz, insan ruhunu kavramak.
oktay-akal-in-dusleri-calindi-mi-70921-1.Oktay Akbal’ın Cumhuriyet devrimlerine bağlılığını biliyoruz elbet. Ama yaşamına yakından bakınca, o kültürel sürecin, bir yazarın kendini inşa etmesini nasıl gerçekleştiğini de görüyoruz. Edebiyat çevresindeki isimler bir bir önümüzden geçiyor. Tartışmalar, içki geceleri, kavgalar ve siyasal olaylar. Hep yapıcı biri Akbal! Söz konusu aydınlanma olunca hayli sert! Oradan geri adam atması olası değil. Üstelik onca korkusu olmasına karşın yazıları sert ve etkili… Elbet hapishaneye de düşüyor…
Kendisiyle dertleşirken; “Bir yazarın mutlaka mahpusa düşmesi gerekir mi?” diye soruyor. Haklı soru. Geri kalmış toplumların yazgısında bu var. Aydınlarını, yazarlarını çiğneyerek ilerlemek! Üstelik bir de ilerleyememe seçeneği var. Örneği tam da bugün! Bir yazısından ötürü hüküm giyiyor, ardından kısa bir erteleme ve zindan geliyor! O satırları ne etkili kitabın! Yalnızlığı, korkuları, tutsaklarla olan öyküler, geceleri farelerin çığlıkları ve inadına yazma arzusu… Oktay Akbal bu… Roman gibi yazmış usta…

Anılar, izler silinince…
Nasıl iyi bir okur Oktay Akbal. Dünyayı takip ediyor, çevirileriyle yazınımıza katkı yapıyor, sürekli altını çizdiği kitap notlarına rastlıyoruz. Yazmak, yazarlık üstüne düşünmüş Oktay Abi. Kimileyin kendi yazarlığından bile kuşku duyuyor usta öykücü, romancı. Bu da üstüne düşünülesi, dahası örnek alınası bir hal! Yazarlığından emin olmadıkça yazmaya daha çok yaklaşıyor kişi. O içte büyüyen bit yeniği, hep kalıcı olan kuşku büyütür yazarı. Kitaplar kitaplar…
“İstinye Suları” şahane bir deneme kitabı. İstanbullu olmaya dair, bir yazarın düşün evreni için bulunmaz kaynak. Bana Onur Behramoğlu hediye etti. İmzalamış. Ne garip, ikimiz de sevmişiz Oktay abiyi ve o, kendi için edindiği kitabı bana vermiş. Kolay değildir bu tutum bir şair için. Dostluk bağı için değerlidir. Oktay abi de bunlara kafa yormuş. Demek yazar, çizer tayfasında bu hep oluyor.
Bu satırları yazarken yağmur başladı. Ansızın, bir mucize gibi başladı çisenti. İstanbul, yağmur ve Oktay abi. Kaç gündür bir aradayız. İstanbul iskelelerini ne de güzel anlatıyor. O çocukluğunun, gençliğinin İstanbul’unu çok aradı sonra, biliyorum. Bize ait anılar, izler silinince ölüm kendiliğinden geliyor demek. Her yaşında: “Ne uzun yaşadım” diyor kendine. Bu korku mu, yoksa bir hesaplaşma mı? Zamanın darlığına isyan mı? Uykuda geçen zamana bile kızgın… Bir ömre tüm istekler sığmaz elbet ve yaşlandıkça bunun yerini bekleyiş alır. Ölüme hazırlanmanın güçlüğünü bilir yazar. Besteci Necip Celal’in evinin önünde birlikte yürüyoruz, “Mazi Kalbimde Bir Yaradır” çalıyor…

İhanete uğrasa da vazgeçmez
Ören’de, Ali Sirmen’in olduğu masada Oktay abiden söz ettik uzunca. Cenazeden gelmişti. Melih Cevdet Anday Edebiyat Ödülü için toplandık. Uzun saatler süren bir sofra. Anday, Akbal bir arada yeniden! Ne çok değer vermiş birbirine bu isimler. Aydınlanma üstüne ne çok yazmışlar. Bugün yokluklarında ne çekiyoruz! Toplumun terazisini dengede tutar, aydının/yazarın isyanı, saldırıya uğrasa da, halkı ona ihanet etse de vazgeçmez bundan kişi.
Ali Sirmen, uzunca anlattı birlikte geçirdikleri günleri. ‘Ali Sirmen Mizahı’ diye bir kavram olmalı. Ali Sirmen sohbetlerine deneyimi olmayanlar bocalar. Yüzünde değişmeyen bir ifade, zekâ dolu şakalar yapar Ali abi. Oktay Akbal’la ilgili meşhur pavyon hikâyesine kahkahalarla güldük. Yazmıştı bu kurmaca öyküyü Ali abi. Meraklısı bulup okumalı. Ancak öyle tam anlamıyla kavranır Akbal. Bir de kadeh kaldırarak ve gülerek anılır büyük yazarlar… Ali abi o gün “Bir yaşlı erkeğin yapacağı son iyi iş, karısından önce ölmektir” dedi. Ayla Akbal’ı düşündüm, yanımda Suna Anday varken… Bu zor adamların eşi olmak ne güçtür kim bilir… Onların romanı yazılamaz mı?
Oktay abi’yi en son Cumhuriyet gazetesinde gördüm. İleri yaşına karşın, dostu İlhan Selçuk için gelmişti. “Yüzbaşı Selahattin’in Romanı”, “Ziverbey Köşkü” yazarı İlhan abi, dün olduğu gibi o gün de, iktidarın canını yaktığı için tutuklanmış, salıverilmişti ardından… Aydınlanmacı iki dost kucaklaştı yanımda. Unutmam. Bu adamlar kolay yetişmiyor. Haklarında konuşurken öykülerini iyi bilmek lazım…
Düşle gerçek arası bir göz açıp kapamak değil mi yaşamak dediğimiz!
Gazetesine kırgın gitti Oktay abi.
‘Cumhuriyet’ onlar için sadece bir sözcük değildi.