Marmara Adası’nda rast gelir miyim acaba sofralarından birinde usta şaire. Ama şimdinin bakışıyla, iki kadeh parlatmak için yosun kokulu havayı soluyarak…

Enis Batur’un kendisini Oktay Rifat’a borçlu saymasını anlıyorum, dahası derinden duyumsuyor, hak veriyorum. Bizi inşa eden yazarlarımız, şairlerimiz vardır. Onlar göçüp bir başka dünyada yolculuklarına devam ettiklerinde, bizden haberleri olsun ya da olmasın, eğer kalem oynatıyor ve bir sözümüz olduğunu varsayıyorsak, onlarla ödeşme gereksinimi duyarız. Ustanız/ustalarınız olmaksızın yazar olma imkânı yoktur. Ustanızın kimliği, onunla ne türden bir hesabı kesip, tamamladığınız, sizin özgün/özgür bir yazar olmanızda büyük rol oynar. Diyeceğim, bu borcun ödenmesi, ödediğimiz kişiden çok, bize katkı yapar. Kimi edebiyat tarihinin kendinden başladığını sanır, o ayrı. Bu kimseler hekimlerin ilgi alanında olsa gerek…

Batur’un “Oktay Rifat’a Doğru” adlı çalışmasını büyük ilgiyle okudum. Bir yanıyla Batur’un gözünden Rifat’ı görmek merakım dinsin içindi bu istek, öte yandan beni de derinden etkileyen bir şairin dünyasına yönelik yeni ne bulurum diye sürüyordum izini. Oktay Rifat düşkünleri tuhaf bir giz içinde birbirlerini bulur, seçerler. En başa Enis Batur ve Selçuk Altun’u koyabiliriz kuşkusuz. Batur hayli incelikli bir dille ve özgün tahlilleriyle anlatıyor Rifat’ı. Son derece karmaşık bir aileden söz ediyoruz. Oktay Rifat’ın, Nazım’dan Aybar’a uzanan geniş ailesini gözetmeksizin, şiirinin oluşum sürecini anlamamız olası değil.

Batur, Oktay Rifat’a dair en eski fotoğrafta bir Mevlevi kıyafeti içinde görür şairi. Batur’un demesiyle biraz da patavatsız biçimde “Elhamdülillah dinsizim” diyecek kadar yalın biri Rifat. Sosyalistliğini saklamaz. Annesini, ilk sevgilisi/eşi Türkan’ı ve ‘Garip’ şiirini birlikte kurdukları Orhan Veli’yi arka arkaya yitirmesi derin yara açar yüreğinde Oktay Rifat’ın. Şirinin izini sürenler, tüm bu izlekleri gürültüden uzak bir tınıda bulur dizelerinde… Sanırım beceri buradan gelir. Ne gizler kendini, ne de bağırır. O çok sevdiğim dizesinde olduğu gibi: “Dilsiz ve Çıplak”tır. ‘Dilsiz’ dediğim bir başka dildir kuşkusuz, yakından bakma cesareti olmayan, emek vermeyen birinin işitmesi imkânsız bir dildir şairin kurduğu.

Marmara Adası’na giden şiirli yol
oktay-rifat-la-ayni-sofraya-oturma-ozlemine-dair-139910-1.
Her şairi ele veren belirgin sorunlar, imgeler vardır. Kimi yolculuktan beslenir, kimi durgun bir su gibidir. Oktay Rifat’ın bir ayağı İstanbul’da diğeri Ayvalık’ta olan yaşamı yeterince açıklar mı durumunu bilemem. Ancak gezgin olmak yerine, bulunduğu yerde derinleştiğini görmek gerekir. Benim için şaşırtıcı bilgi, oğlu Samih Rifat’ın “Ada” adlı kitabından geldi. Meğer uzun yıllar yazları Marmara Adası’na giderlermiş. İstanbullu memur aileleri için nasıl bir önemi, değeri olduğunu bilemezsiniz adanın. Hem çok yakındır, hem uzak. Bir yıl özlenen, beklenen bir yolculuk sonunda çıkılır adaya. Çocukluğumu ansıdım. Her yıl o gemi yolculuğunun hangi düşlerle bezendiğini, kısacık deniz günlerinin çocuk tenime, ruhuma nasıl iyi geldiğini fark ettim yeniden. Tuhaf, tamamen silmişim hâlbuki ada günlerini.

Balıkçılık ve tavla oynamak temel uğraşı Oktay Rifat’ın. Aşçılığını da anlatıyor kitapta oğlu. Bir sabah evde kimseyi bulamıyor Samih Rifat. Belli ki uzaklara gitmişler balık avlamaya şair ve balıkçı dost Gega. Vakit iyice ilerleyince bir telaş alıyor genç adamı. Neden sonra, açıkta görünüyor tekne. Gega sarılmış küreklere, beş saatin yorgunluğuna aldırmadan kıyıya ulaştırmaya çalışıyor şairi. Meğer açıkta motor bozulmuş. Gülerek anlatıyorlar başlarına geleni. Oysa Samih Rifat’ın belleğinde “o gün kaybettim ve o gün buldum babamı” diyecek kadar derin iz bırakıyor. Kıyıya yaklaşınca hemen çıkıyorlar tekneye. Bellek garip. Samih Rifat “Ada”yı yazarken şöyle diyor: “Ne tuhaf, şimdi ikisi de yok. Ozanla balıkçısı. Kim bilir. Belki hala sütliman bir denizde balıktalar”.

Bir deniz insanı olduğunu düşünmemişim Rifat’ın. Oysa yaşamını hep kıyıya yakın kurmuş şair. Bir ayağı, dostları Orhan Veli ve Melih Cevdet’le birlikte, Anadolu’da, diğeri denizde olan bir şiir kurduğu… Kentli ve yenilikçi bir şiir… Halkın dilini konuşan, kolaycı olmayan bir şiir…

Derin sulara bırakılmış bir demir

‘İkinci Yeni’ şiirinin Oktay Rifat’tan ne denli etkilendiği tartışması oylumlu ve güç. Rifat’ın buradaki ısrarını anlamak kolay değil, diyor Batur. Ben tam da öyle görmüyorum. Üç devrimci, yenilikçi şair, ‘Garip’çiler, elbette kendinden sonra gelenlerle iki yönlü etkileşim kurdular. ‘İkinci Yeni’ şairleri hem aşmak için çabaladılar onları, hem de esinlendiler. Üstelik Oktay Rifat’ın o damarı beslediğini düşünmek hoşuma gidiyor benim. Derin sulara bırakılmış bir demir bu. Güçlendirir şiirimizi.

Değerli bir tartışma ‘Garip’ şiirine dair olan. Hepimizin yaşamında iz bırakan Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat’ın ne oranda bu geçmişe sahip çıktıkları, aştıkları, hesaplaştıkları şiire dair önemli bir konu. Orhan Veli genç yaşta öldüğünden, ‘Garip’ kitabının kapağında onun adı bulunduğu için özdeş sayılır ‘Garip’le. Batur, pek de Oktay Rifat’ı ‘Garip’in içinde, izinde görmez. Peki, üç genç birlikte yola koyuldukları halde, neden sadece Orhan Veli’nin adıyla yayınlanır kitap? Sorunun yanıtını Melih Cevdet veriyor…

Melih Cevdet ağır bir hastalık geçirmiş hastanede yattığı günlerdir Ankara’da. Üç şair ilk kitapları için hazırlıklarını tamamlamış, artık yayın aşamasına gelmişlerdir. Oktar Rifat ve Orhan Veli bir tartışmaya tutuşur. Hakemlik etmesi için hastaneye, Melih Cevdet’in yanına gelirler. Orhan Veli ‘Garip’ adlı kitabın kapağında üçünün adı olması gerektiğinde ısrarcıdır. Oktay Rifat istemez, yalnız Orhan Veli adıyla basılması gerektiğine inanır kitabın. Melih Cevdet, bir kişi bile adının konulmasını istemezse, uyumun bozulacağını düşünür ve ‘Garip’ Orhan Veli adıyla yayınlanır.

Şimdi, kolaycılıkla daha baştan Oktay Rifat’ın ‘Garip’ şiirine mesafeli yaklaştığını söyleyebiliriz. Lakin bu gerçeği tam olarak yansıtmaz kanımca. Eğer öyle bir çekince, bilinç olsa idi Rifat’ta, benzer yöne bakan, neredeyse ayrıştırılması güç tınıda şiirler vermezdi arkadaşlarıyla birlikte. Muhtemelen Orhan Veli’nin ürünlerinin çokluğu ve öne çıkmış olması, belki de biraz tevazu bu biçimde davranmasına neden oldu şairin. Enis Batur hepten haksız değil elbet. Belki Orhan Veli’nin erken göç etmesi aramızdan, diğer iki usta şairin yeni arayışlarla bambaşka sulara yelken açmış olması, ‘Garip’ eşittir Orhan Veli anlamı doğurdu şiirimizde.

Oktay Rifat büyük şairdir elbet. Ancak kuşağında birlikte yürüdüğü diğer dostları gibi farklı türlerde yapıt veren bir şairdir. Oyunları, romanları, şiir üstüne yazdığı yazılar büyük katkı yaptı edebiyatımıza. Ancak şairliğin olanaklarını zorlarken vardığı nokta bambaşka. Bir tür bilinç akışı, bilincin altını üstüne getirme diyebileceğimiz yolla iz bırakan, aykırı şiirler yazdı. İmgeye esir olmadan, imgeden kopmadan başardı bunu.

Bakışları düşünmeye davettir

oktay-rifat-la-ayni-sofraya-oturma-ozlemine-dair-139911-1.Benim Oktay Rifat’ımı inşa etmem ilk gençliğime uzanır. Adam Yayınları’ndan edindiğim şiir kitabı uzun süre başucumda durdu.

Belki pek çok yazma heveslisi gibi beni de önce üçlü olarak etkiledi Orhan, Oktay ve Melih ama sonra… Sonrası tükenmiyor işte, her okuyuşta yeniden kurduğum bir şiir. Şairden bana uzanan bir el, benim belleğimle, bilimcimin oyunlarıyla yeniden biçimleniyor. Bir de fotoğrafı var ki Oktay Rifat’ın, iyiden kazınmış zihnime. Bizi düşünmeye davet eder biçimde, derin bir suskunlukla bakar. Sanki zamansızdır bakışları ve bilgece bir davettir, düşünmeye…

Marmara Adası’nda rast gelir miyim acaba sofralarından birinde usta şaire. Ama şimdinin bakışıyla, iki kadeh parlatmak için yosun kokulu havayı soluyarak… Birlikte açıldığımız uçsuz bucaksız maviliğe belki kürek sallarız dize dize…