Sonbahar geldi çattı. Hatta bizim ilkokul mevsim takvimlerimize bakılırsa, bir ayı geçti bile. Hal böyle olunca okullar da açıldı. Fakat pek karışık bir açılma bu. Açıldı mı açılmadı mı, uzaktan mı yüz yüze mi, tehlikeli mi değil mi belli değil. Merak etmeyin, bu esrarı çözüp size anlatmaya niyetim yok. Ben kendi ilkokul günlerimden küçük görüntüler sunmak istedim yalnızca.

Yıllar önce “İlk Romanım”da 10 yaşına gelmiş küçük bir kızın 50’li yıllardaki maceralarını anlatmıştım. Ve yirmi birinci yüzyılın küçük kızları, hayrettir, onu sevdiler. Kendilerinden çok farklı bir hayat yaşadığı halde. Ama o zaman dünya farklıydı, İstanbul farklıydı, insan ilişkileri farklıydı.

Okul da farklıydı. Sabah kahvaltı edip gidiyorduk. Öğleyin eve yemeğe dönüyorduk. Okula sefertasıyla yemek götürenler de vardı ama annem böyle şeyleri sevmezdi. Zaten okul da yakındaydı. Tarif etmeye çalışayım. Biz şimdiki İF’in (o yıllarda Yıldız Sineması’ydı) beş ev yukarısında oturuyorduk. Birazcık daha çıkıp da Abbasağa Parkı’na giden soldaki yola değil sağdaki yokuşa sapınca hemen ileride karşımızda kalırdı. Hasanpaşa Deresi’ni geçip (sokağın adı böyleydi, dere eskiden varmış) bir tepeciği tırmanır, eski Yıldız yoluna sapardık. Şair Nedim İlkokulunun girişi hemen ileride, soldaydı. Büyükçe bir bahçesi, dönerek yükselen bir merdiveni vardı. Okulumu çok severdim.

Sanırım bunda en büyük pay öğretmenlerimindir. 1 ve 2’yi bize Münevver Öğretmen okuttu. Çok temiz-titiz, biraz da azarcı bir hanımdı. Ama öğrencilerini severdi. Sabah-akşam temizlik kontrolünden geçerdik. Temizlik konusunda ona taş çıkartan annem de, çocuğu belki biraz daha hizaya gelir diye umutlanırdı. Sınıfta bakımından sorumlu olduğumuz bitkilerimiz vardı, bir de kuşumuz. Okuma-yazmayı da jet hızıyla bir güzel öğrenmiştik (korku dağları bekler).

Sonra 3’üncü sınıfa geçtik, bizi İhsan Öğretmen devraldı. Ben önce biraz korktum. Kolay kolay memnun edilmez birine benziyordu. Ne var ki, benimle ilgilendi. Meğer annemin çok okuyan biri olduğunu, bu alışkanlığı bana da geçirdiğini Münevver öğretmenimden öğrenmiş. Ezberci sayılmam (ama çabuk ezberlerdim). Dersleri sınıfta dinlerken öğrenirdim. Ama resim- elişi ile başım dertteydi. Resim çok severim. Başkalarının yaptığı resimlerden söz ediyorum. Ama ciddi bir çaba harcadığım halde yapmayı beceremedim, bugün de beceremem. Sonuçta, bu tür ev ödevlerini annem yaptı, bütün haritalarımı (eğitimim boyunca) o çizdi. İhsan Hanım da beni resim-elişi ve yazı derslerinden bağışık tuttu. Dışarı çıkar, marangozluk yapan erkek çocukları izlerdim. Gerçi onlar da kıymetli tahtalarını bana vermezlerdi ama hem bu sayede bir şeyler öğrendim, hem de tahta çok güzel kokardı.

Öğretmenimin evine misafir giderdim. Köyiçi’nde otururdu. Ressam bir eşi vardı. Bir sürü de kitabı. Beni karşılarına alıp büyük adam gibi konuşurlardı. Okul da eğlenceliydi. Teneffüs zili çalınca merdivenlerden son hızla iner, bahçeye çıkardık. Henüz izci olmadığımız için yavru kurtluğa fit olmuştuk. Ama ben sırf kız çocuğu olduğumuz için bize yavru kuş denmesine bir türlü alışamamıştım. Bu ‘kuş’ meselesi bir yana, okuldan çok hoşnuttum. Belki sonra sorunsuz bir eğitim hayatı yaşamamın nedeni böyle bir okulda okumamız, iyi öğretmenlerden ders almamızdı.

Efendim? Yüz yüze eğitim tabii. Ha, bir de sağımı-solumu üçüncü sınıfta 23 Nisan törenine hazırlanırken öğrendim.