17. yüzyıldan 19. yüzyılın sonlarına kadar mevcut olan şeylerin hepsi fiilen basılı malzemelerdi.

17. yüzyıldan 19. yüzyılın sonlarına kadar mevcut olan şeylerin hepsi fiilen basılı malzemelerdi. Ne seyredecek bir film ne dinlenecek radyo ne gezilecek bir fotoğraf sergisi ne de çalınacak plak vardı. Televizyon da yoktu. Basılı sözün ve özellikle yorumlayıcı düzyazının dolayımsız, analitik yapısının yankıları her yerde hissediliyordu.

Lewis Mumford şöyle diyordu; “Basılı kitap, insanları dolayımsız ve yöresel olanın egemenliğinden diğer araçlardan daha fazla kurtarıyordu…  Basılı söz, olaylardan daha güçlü bir izlenim bırakıyordu… Var olmak basılı biçimde var olmaktı. Öğrenmek kitap eğitimi biçimini almıştı.” (Televizyon Öldüren Eğlence, Ayrıntı Yayınları, Neil Postman, Çeviri; Osman Akınhay)

1839 da keşfedilen fotoğraf ‘anlam’ı farklı bir yoldan yakalamaya çalıştı. Fotoğraf; yazılı metinde geçen, örneğin “ağaçlar” değil ağaç ya da bir grup ağaç, ”deniz” dendiğinde herhangi bir denizin kadrajlanmış/çerçevelenmiş görüntüsü ya da doğadan söz edildiğinde doğanın bir parçasından bahseder. Fotoğrafın görsel bir dil olduğu hep söylenir, oysa fotoğraf yalnızca sonsuz çeşitliliğin özgül yanlarını belgeleyip ortaya çıkarır (özgün ama eksik yanı budur). Üstelik fotoğrafla yalan, onur, gibi soyutlamaların da dili sözel ve yazılı dilden farklıdır. Çünkü “bir şeyi göstermek” ile “bir şey hakkında konuşmak” bambaşka iki süreci anlatır. Gavriel Salomon, “resimlerin tanınması, sözcüklerin ise anlaşılması gerekir” der. O yüzdendir ki çoklukla fotoğrafların eksik yanı yazılı ya da sözel bir dille tamamlanmak ister.

Hareketli görüntü teknolojileri de kamusal yaşam açısından önemli sonuçları ve sorunları  beraberinde getirdi. Televizyona dayalı bir epistemolojinin yükselişiyle birlikte basılı söze dayalı epistemolojide gerileyiş oldu. Sözlü iletişimden yazıya, basılı yayınlardan televizyon yayınlarına kaydıkça, gerçekle ve gerçeğin algısıyla ilgili fikirler de değişti. “Görmek inanmaktır” sözü; medyanın da değişime uğramasıyla önde gelen bir konuma yerleşti ve “okumak inanmaktır” sözünün kuvvetli olduğu döneme göre güçlendi. Görselliğin aynı zamanda bir egemenlik alanını da beraberinde yarattığı günümüzde kültürel deformasyonlar da kaçınılmaz oldu. Televizyonun anlamsızlığı egemen kılan bir araç olduğu kabul edilen bir gerçektir artık. Televizyona dayalı bir epistemolojinin, her şeyi kirletmese bile, kamusal iletişimi ve onun çevrelediği alanı kirlettiğini söylersek kimse yadırgamayacaktır.

Her şeye rağmen televizyon ile basılı sözün bir arada yaşayabileceği düşünülebilir mi acaba? Yoksa bu bir kandırmaca mı? İkisi arasında bir eşitlik olmadığına göre ‘okumak’ tarafı tartışmaya birkaç kat yenik başlayacaktır.

İnsanın düşüncelerine yön veren araç dil olduğu zaman anlamdan kaçış yoktur. Oysa görüntü çağında -show business-; büyük olasılıkla aklımıza gelecek olan, tv görüntüsü ya da bir fotoğraf olacaktır, ‘anlam’ ise ya üzerinde durulmayacak ya da unutulması uzun sürmeyecektir. (Afrika’da açlık görüntüleri vardır, yoksunluğun nedensellikleri atlanır) Söz merkezli bir kültürdeki düşünme ile görüntü merkezli bir kültürde düşünme arasındaki farklılık burada yatar. Boş zamana çok az fırsat bırakan bir kültürde yaşamak ile fazla fırsat bırakan bir kültürde yaşamak arasındaki farklılık da budur.(Neil Postman)

Televizyonlarda enformasyonun akışındaki yoğunluk ve hızlılık da kamusal söyleme yeni bir anlam kazandırıyor. Ancak bu hız yalnızca enformasyon aktarıyor. Bu akış öylesine yoğun ve hızlı ki enformasyonu yorumlamaya zaman bırakmıyor, enformasyonu bilincin önce gerisine, daha sonra da dışına atıyor ve ilgisizliği de geniş ölçüde yayıyor. Televizyon enformasyonu yararı ya da anlamına bakılmaksızın alınıp satılabilecek bir “şey”, yani bir meta haline getiriyor.

Oysa kitaplar, televizyondan farklı olarak mükemmel bir birikim taşıyıcısı, ağırbaşlı inceleme yeri, enformasyonla fikirleri düzenleyen bir analiz zemini. Bir kitabı yazmak ve okumak, içindekileri tartışmak, sunuluş biçimi dâhil olmak üzere değerli özellikleri hakkında yargıda bulunmak, hep zaman isteyen şeyler. Okumak ciddi bir iş ve temel bir rasyonel etkinlik. Okumanın düşünme alışkanlıklarını katkı sağladığı ve geliştirdiği ne kadar gerçekse, güncel yaşamda tv. seyretmeye ayırdığımız zamanın onda birini okumaya ayırmadığımız o kadar gerçek. Kitapların kitapçı vitrininde durma süresi ayı geçmez oldu –istisnalar hariç- Televizyon ile basılı sözün bir arada yaşanabilmesi derken; çeşitli pazarlama metotlarını da peşine takarak basılı yayınların satışını arttırmaya yönelik işlevini tartışabileceğimiz televizyonun rolü ise ayrı bir yazının konusu. Yine de tam da burada kısa da olsa şunu söyleyebilirim –tek değil ama son örnek olduğundan ve nereye dönsem sokak billboardlarından kaçamadığımdan olsa gerek- benim aklıma ister istemez Elif Şafak ve kitapları geliyor. Ah! Şu yazarları reklam nesnesi konumuna sokan yayıncılık anlayışı.