Tam ağzını açacaktı ki, bu tuhaf adam; sen önce kitabını Türkçe okumayı öğren, diyerek merdivenlerden sekerek uzaklaşıyor. Hoca ilk kez şaşkın. İlk kez biri onun hocalığına laf etti. Zaten hoca hep okumuşların şerri beterdir, sakınmak gerekir, der. Demek bundanmış

Okumuşların şerri

GÜLŞAH ELİKBANK

Bir pazar günümüz var, onda da yine apartmandan taşınan birileriyle uğraşıyorum. Zaten bu 7 numarada bir uğursuzluk var, içinde bir yıldan fazla oturabilene rastlamadım. Geçen ay, sabahın köründe içindeki gazeteci kılıklı ajanı apar topar alıp gittiler. O günden beri adamdan haber alamadık. Eşyaları bugün alıyoruz evden. Zaten anarşik anarşik konuşup duruyordu, belliydi onun ne mal olduğu. Gözünden tanırım ben böylesini, bunun gözleri böyle eşit eşit parlıyordu. Tövbe tövbe! İnsanı günaha sokar böylesi. Neymiş, gençlere kaçak içki temin ediyormuşum da, onların sağlıklarıyla oynuyormuşum, para için değer miymiş. Bak bak laflara bak, beş kız çocuğunu nasıl okutuyorum sordun mu deyince de, kim dedi sana bu hâlinle beş çocuk yap, diye bana efeleniyor. Ağzının ortasına kürekle vuracaksın böylesinin. Benim hanım da bunun yazılarını okuyup, artiz gibi konuşmalara başladı zaten, neymiş haftada bir gün dinlenmek onun da hakkıymış. Neyse ki o bir günü burnundan getirdim, ona küçük mor sürprizler hazırladım da; evde durmamak için o ev senin bu ev benim temizleyip duruyor. Bu gazeteci gibiler aile huzuruna tehdittir, kaşık düşmanıdır bunlar.

Apartmanın en asil beyi Ali Hoca’dır. Öyle demokrat, öyle dini bütün bir adamdır ki, insanın ak sakallarını öpesi gelir. Dört karısı var, apartmanda dört daire onların. Her evi, kaşık çatalına kadar aynı döşedi, hiçbirine hak geçirmedi. İlkokul mezunu ama her şeyi bilir. Mahalleli her konuyu ona danışır, mübarek adam neticede.

İşte merdivenlerde gözüktü, onunla birlikte bir nur iniyor sanki. Gözüm kamaşıyor. Cüppesi ayağına dolanmasın diye bir serçe gibi sekerek yaklaşıyor bana.

“Nereye beyim, nedir bu telaş?”, diye soruyorum. Bir hayır duası alsam, o mübarek nefesi yüzüme değse; tüm gün bahşiş yağar, eminim.

“Veysel Efendi, bu eve kiracı arama artık. Bu evi de ben tutacağım.” diyor ağzından o mübarek tükürüklerini yüzüme saçarak.

“Hayırdır hocam?”

“Şerdir şer. Bıktım. Dört kadının isteği, dedikodusu, kavgası bitmez. Yeter, yalnız yaşayacağım orada, canıma tak etti” diyor ağlamaklı.

Bakıyorum o koca heybetinden eser kalmamış sahiden, bir deri bir kemik kalmış adamcağız.

“İyi de hocam, uygun düşer mi? Caiz midir, dört hanım ne der bu işe? Bu eve kiracı dayanmıyor, belki de Allah’ın işidir, bu”, diyorum kafam karışarak.

“Yok be evladım. Ben ihbar ettim o gazeteciyi, hem ev lazımdı, hem de böylesi münafıktır, araya fitne sokar, uzaklaştırmak gerekir”, diye açıklıyor.

Birden altı ay önce apartmanın önünde yaşananları hatırlıyorum. Bir cuma günü, hoca mahalleliye vaaz veriyor, herkes ağzı açık onu dinlerken, bizim bu ajan kılıklı adam geliyor, yaka bağır açık, ağzında bir ıslık sesi. Hoca mahallelinin ilgisinin dağılmasından hoşnutsuz çıkışıyor adama.

“Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”

Adam oralı değil. “Asıl sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye soruyor.

Bakışıyorlar. Belli ki ikisi de birbirinin kim olduğunu bilmiyor. Hatta kendilerini bildiklerini bile sanmıyorum o an ama yanılmışım, işin aslı başkaymış. İkisi de birden beline davranıyor. Silahlar mı patlayacak derken, cüzdanlar çıkageliyor ellerine. Kartvizitler bir tabanca gibi çekiliyor cüzdan kılıfından. Göz temasını hiç kesmeden uzatıyorlar birbirlerine kartlarını. Kısaca okunuyor yazanlar, unvanlar. Kim kazanacak bu düelloyu derken, bizim hoca sakalını sıvazlıyor. Bu, pes etti demek. Nasihatları tesbih tanesi gibi art arda dizecek, demek.

Tam ağzını açacaktı ki, bu tuhaf adam; sen önce kitabını Türkçe okumayı öğren, diyerek merdivenlerden sekerek uzaklaşıyor. Hoca ilk kez şaşkın. İlk kez biri onun hocalığına laf etti. Zaten hoca hep okumuşların şerri beterdir, sakınmak gerekir, der. Demek bundanmış. Meğer adam gazeteciymiş. O günden beri hoca adama kafayı taktı. İşini görmüş, rahatlamış artık. Daireye de yerleşti mi, değmeyin keyfine. Bize de mübarek bir hayır duası düşer elbet. Belki şu Zeliha bir çocuk daha doğurur bana, bu sefer oğlan olur. Dur bir hocanın o uğurlu, kutsal eteğini öpeyim, belime kuvvet olsun, derken arkamızda bir ses duyuyorum. Gazeteci ulan bu, geri gelmiş herif. Gülümsüyor bir de. Hocaya yanındaki polisleri işaret ediyor.

“Arkadaşlar senin şu imamlık diplomanı merak ediyorlar, bir göstersen. Bir de belki bu evleri nasıl edindiğini, mahalleliden kurban bağışı, yoksul nafakası diye topladığın paraları nerelere harcadığını anlatırsın” diyor. Vay canına, bizim gazeteci hocaya fena gol atıyor bu sefer. Bizim kurban parası da apartmanın harcına karışmış demek. Zaten hiç gözüm tutmamıştı bu hocayı.

“Kalıbından utan” diye bağırıyorum polisler onu götürürken arkasından. Gazeteci ağabeyime dönüyorum.

“Canım ağabeyim, gözüm yollarda kaldı, ne severim seni bilirsin” diyorum. Yüzüme bakmadan, ıslık çalıp çıkıyor merdivenleri. Okumuş adam, tuhaf oluyor.