Bazen o ‘havalı’ teknoloji devlerinin de, çok ‘yetenekli’ müzisyenlerin de kültürle, sanatla uğraştıklarını unutup, “Abi bozuğum yok, üstünü helal et ha” diyen taksi şoförleri gibi sinsice davrandıklarını hissediyorum. Neden mi?

Okunan sayfa başına para ödeme devri

Orhan Pamuk’un son kitabı ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ın en heyecanlı yerlerinden birindesiniz. Romanın başkahramanı Mevlut’un gözünden gördüğünüz İstanbul’un o eski sokaklarında, karşınıza çıkacak bir sonraki ‘tuhaflığı’ bekliyorsunuz. Bu muazzam edebi eserin detayları içindeyken o kadar mutlusunuz ki, gerçek dünyayla bağınızı koparmış bir şekilde sayfaları peşi sıra çevirmeye devam ediyorsunuz. Güzel. Çevirmeye devam edin. Zira her yeni sayfayı çevirdiğinizde Orhan Pamuk para kazanacak. Dünyanın en büyük ‘kitapçılarından’ biri olan Amazon’un, dijital kitap mağazası Kindle’daki yeni telif modeli bu şekilde işleyecek.

Okurların sabit bir ücret ödeyip dilediğince kitap okuyabildiği ‘sınırsız’ abonelik üzerinden toplanan telif, okunan sayfa başına bölüştürülecek. Yani özetle, bir kitabın bütününe para vermek yerine sayfa başına ödeme yapıyor olacaksınız. Dijital müzik servislerinin benzerini yıllardır uyguladığı ve adaletsiz yapısı nedeniyle sürekli olarak eleştirilen bu telif modeli artık edebiyat dünyası için de geçerli. Bu yeni ‘devrimle’, bir kültürel alan daha ticaretin içine bir adım daha çekilmiş oldu. Edebiyata da bulaşan bu yeni ‘dağıtım’ ve gelir paylaşımı yapısı, ‘sıradan’ bir dijital yenilik olmanın çok ötesinde bir anlam taşıyor.

KÜLTÜREL ÜRETİMİN KATI KURALLARI

Adorno, kültür endüstrisi üzerine bundan yarım yüzyılı aşkın bir süre önce yazdığı metinlerde de benzer bir anlayışın sosyolojik sorgulamasını yapıyordu. ‘Tüm kültür endüstrisi pratiğinin, kâr güdüsünü kültürel formlara aktardığından’ bahsediyordu. Daha da açmak gerekirse; kitlesel üretim araçlarının sağladığı avantajla, yüksek sayıda üretilebilen kültürel nesnelerin metalaşmasını, kâr amacının sanatsal gayenin ötesine geçmesini irdeliyordu. Bu kültürel ‘emtiaların’ pazarlama, reklam yöntemleriyle, gerçek sanatsal ağırlığına kıyasla çok daha ‘yoğun’, ‘güçlü’, ‘makyajlı’ bir imaja bürünmesini eleştiriyordu. Adorno’nun hayatta olup kültür kavramı üzerine çalıştığı elli yıl öncesiyle günümüz arasında, kitlesel üretim ve dağıtım teknikleri açısından çok ciddi farklar var. Bu temel fark elbette dijitalleşmeden kaynaklanıyor. Ama kapitalist düzendeki kültürel üretimin katı kuralları, eser sahiplerini çok uzun zamandır benzer bir sorunla karşı karşıya bırakıyor. Kültür ve sanatta bile, endüstrinin dinamiklerine göre hareket etme zorunluluğu, düşünülmesi gereken en temel konulardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Öyle ki bir kitabın, bir şarkının içeriğinden ziyade, nasıl pazarlanacağı ve satılacağı (endüstri ortalaması içerisinde) çok daha önemli bir hale gelebiliyor. Dolayısıyla önce satış-gelir yöntemleri, sonra içerik düşünülmeye başlanabiliyor. Mesela Amazon’un bu yeni telif sistemi, yazarları şu şekilde çalışmaya zorlayabilir: “Hikâyeye baştan heyecanlı girersek, daha fazla sayfa çevrilir. Daha çok telif kazanırız.” Müzikte benzer form zaten çok uzun yıllardır oturmuş durumda. Eskiden yine endüstrinin dayatması olarak; radyo dostu, 3 dakikalık şarkılardan oluşan albümler vardı. Şimdiyse YouTube dostu (ki bu yeni nesil tüketim toplumunda bir şarkıyı dinlemeye devam edip etmeyeceğimize ilk birkaç saniyede karar veriyoruz) single’lar var.

ÜSTÜNÜ HELAL ET

Elbette Orhan Pamuk gibi bir edebiyatçı veyahut ona eşdeğer kabiliyet ve güçteki bir müzisyen için bu endüstrileşmenin etkileri farklı şekilde yaşanıyordur. Orhan Pamuk’un “Sayfa başına telif alacaksam, şu kitabı biraz daha uzun tutayım” diyecek hali yok. Ancak endüstrinin çok büyük bir kısmı bu tip dinamiklere göre işliyor. Bu durum da beni oldukça rahatsız ediyor. Cebimdeki paraya, kültür gibi bir alanda dahi sonuna kadar göz diken, kültürel üretimi ve eserleri baştan sona etkileyebilme gücüne sahip olan, üretici değil ‘aracı’ statüsündeki uluslararası firmalardan rahatsız olmuyorum sadece. Taylor Swift gibi sürekli “Bana para verin, bana para verin!”, “Burası bana çok daha para veriyor, o yüzden bunlar daha iyi!” diyenler de beni huzursuz ediyor. Bazen o ‘havalı’ teknoloji devlerinin de, çok ‘yetenekli’ müzisyenlerin de kültürle, sanatla uğraştıklarını unutup, “Abi bozuğum yok, üstünü helal et ha” diyen taksi şoförleri gibi sinsice davrandıklarını hissediyorum. Elbette kültür endüstrisi topyekûn böyle değil. Tabii ki herkesin hak ettiği geliri, sömürülmeden, sonuna kadar alması gerekiyor. Ama bazen, sömürülmekten sürekli şikâyet eden sanatçılar değil de, biz ‘tüketiciler’ sömürülüyormuşuz gibi hissediyorum… Böyle yani… Siz nasıl hissediyorsunuz?