Artık şunu kesinkes söyleyebiliriz: TÜYAP Kitap Fuarı İstanbul ve Türkiye için kültür tarihindeki yerini almıştır...

Artık şunu kesinkes söyleyebiliriz: TÜYAP Kitap Fuarı İstanbul ve Türkiye için kültür tarihindeki yerini almıştır. Bu tarihi yazanların başında TÜYAP yetkilikleri gelmekte. Ve elbette Deniz Kavukçuoğlu…

Tarih tek başına yazılmaz. Kitapları yazanlar da bu tarih yazım işinde suç ortaklığı yapmışlardır. Suç ortaklığı diyorum, çünkü yazının ve kitabın bu denli – ve hala- suç öznesi gibi algılatıldığı bir zamanda başka türlü söylemenin yolu yok.
Yukarıdan aşağıya bir sıralama değil; ancak belirtmek gerekir ki, “TÜYAP Kitap Fuarı” tarihselliği içinde bir başka temel taş daha vardır ki, onsuz olmaz; okur. Aslında okur dediğimiz hepimizizdir bir bakıma. Okuyanı ve yazanı ile birlikte.

Okur bu işte “esas oğlandır.” Tartışmasız. Buradaki “oğlan’a” erkek egemen bir anlam yüklenmemesini de  rica ederim; kullanım kaynağını o kültürden almaklığı olsa bile! Okur kitabın merkezinde olduğundan, bir yönüyle güç ve iktidar da ondadır. 

Yazar işte bu okurla düello eder. Her yılın fuarı da bu düellonun en bildik alanıdır. Şimdi anımsayamadığım bir yazıda, okurun işinin kolaylığından söz ediliyordu. Almak veya almamak gibi bir kolaylık. Yazarın okurla düellosunda da okur lehine ayrıcalıklı bir durum söz konusudur. Çok kolay bir benzetme ile söyleyelim; eğer düello silahı tabanca ise, yazarın silahında kurşun yoktur. Okur ise “müselleh” olarak yazarın karşısındadır işte.

Bu düelloda, yazarın en tanınmış olanından en yeni olanına değin, okurla yaşanan gerilim açısında bir fark yoktur. İster “has” yazar olsun isterse “popüler” yazar, okurun karşısına çıkma sürecinde aynı kaygı ile çıkılır. “Ticaret mevkiine konan” kitap -hukukta böyle denir- ne denli başarılı olacaktır? Kitabın ticari başarısı, yazarın başarısıdır çünkü.  Okur, ticaret mevkiine konan kitabı alarak, düelloda kendine ateş eder bir bakıma. Okur kitap aldıkça, yazar eşitliği sağlar. Bu çatışma sürer gider; bir pazar kuralı olarak.

Her yıl bu düello alanında şansını farklı yöntemlerle zorlayanlar olur. Onlar, bilerek veya bilmeyerek çatışmanın yeneni olma çabasındadırlar. “Ünlü” yazarlar için, onlar adına çatışmaya girecek çok fazla figür vardır.  Pop yazar olma heveslilerinin “çılgın” beyhude çabaları ise işe yaramadığı gibi, kitaba da yaramaz. Geçtiğimiz yılların bir fuarında şansını teflon tavayla deneyene rastlamıştık. Bu yönüyle fuarın bir “altına hücum kasabasına” benzediği de söylemek mümkün. Bu kasabada şansını kitap dışı yöntemlerle denemeye gelenlerin eline altın yerine bolca çamur geçer. Esas öyküde eskiden yaşandığı gibi.

Altını, kasabaya telaşla gelenler bulmaz. Altını bulan ve bilen yine düellonun üstün tarafı olandır. Yani okurdur. İnsanı ve zamanı tüm evrenselliği içinde çözen, insanı kavrayan çözen yazar, okura o altını verir. O altın, sahih  edebiyattır; kalıcılıktır. O zaman işte düelloyu yazar kazanır. Ama okur adına kazanır yine.

Haftanın dizesi; “kucaklıyorum başımı bekleyen taşı” (Osman Çakmakçı, bir hiçlik denemesi, Avangard Y.)