Okuryazarlık ve ‘çöküş’...

Aydın AFACAN

Yazı, milattan önce dördüncü binyılda Sümer topraklarında ‘icat’ edildiğinden beri hiç bugünkü kadar bir tehditle karşılaşmamış olsa gerektir. Uruk’taki mucidinden zamanımıza uzanan çizgide yazı sistemleri hep birtakım müdahaleler ile biçimlenmiştir. Tarihte yazı kültürüne ilişkin çeşitli sorun veya zayıflıklar söz konusu olmuştur elbette. Ne var ki bu kültür ilk kez bütün olarak yoğun bir tehdit altındadır. Çünkü okuryazarlık tehdit altındadır. Bu tespitler, ne geçmişin ‘küf’ünü taşıyan bir nostaljiden ne de kıyamet tellallığından kaynaklanıyor. Son derece sınırlı da olsa dikkatli bir gözlem bunu doğrulayacaktır. Sözgelimi artık herkesin elinde görülen harika ‘akıllı’nın okuryazarlığı zayıflattığı, okullarda kolaylıkla gözlemlenebilecek bir olgudur. Elektronik çağında yazı kültürünün uğradığı yıkıma ilişkin araştırma ve incelemeler geçen yüzyılın sonlarına doğru belirgin biçimde bu gidişatı işaret ediyordu. Söz konusu gidişat, yine dikkatli bir bakışla, okuryazarlığın ‘okuma yazma bilmek’ ile sınırlı olmadığını, kendine özgü bir benlik oluşturduğunu ve yokluğu durumunda toplumun karşı karşıya bulunduğu bazı riskler, bireyin silinmesi, ‘sürü’ tarzı sokak gruplarındaki artış vb. sonuçlar konusunda çarpıcı veriler sunmaktadır.

Yazı ve bellek

Belleğe ilişkin ilk araçlardan yola çıkarak resimyazıdan (hiyeroglif) harflere, tabletlerden parşömene yazı denilen buluş doğrudan tarihi işaret eder. İster başlangıçlardaki gibi metafizik diyarlardan gelen bir ‘tanrı armağanı’ veya ‘tanrının kelimeleri’ gözüyle bakılsın ister insan edimlerinin doğal bir sonucu olarak görülsün; yazı her durumda bir fark ediştir, insanın kendini fark edişi. Bilincin evrimi için hem sözlü kültürün hem de ondan doğan okuryazarlığın gerekli olduğunu vurgulayan Walter J. Ong, şöyle yazmıştı: “Okuryazarlık, söze ve insan varlığına yazısız hayal bile edilemeyecek yepyeni olanaklar açar.” Gerçekten de Nietzsche’den esinle eski coşkun ayinlerin özlemini çekenlerin ‘soğuk kültür’ olarak değerlendirdikleri yazı kültürünün, onların iddialarının aksine insanlık bilinciyle birlikte tahayyül ufkunu da geliştirdiği açıktır. Ritüel sözün şiir ve diğer sanatlarda, karnavala ilişkin öğelerin romanda yer almasının, şölen, karnaval vb. etkinliklere engel olmak şöyle dursun bunların başka bağlamda yeniden üretilmesine katkıda bulunduğu göz ardı edilmemelidir. “Söz uçar yazı kalır” der Latince bir söz, evet, ‘eski’ zamanların coşkun ‘dionisyak’ birikimi hakkındaki bilgimiz de yazılı bellek sayesindedir. Geçmişin birikimini derinliklere gömülmüş ve çürümüş olmaktan kurtaran şey yazıdır. Yazı kültürünü ve edebiyatı ‘sözü mumyalaştırmak’ suçlamasıyla belli bir çerçeve içine hapsetmek, yüzyıllardır süregelen birçok gelişme veya hareketliliği göz ardı etmektir. Kısaca ona tepkimiz ne olursa olsun yazı, etkin bir bilince işaret eder ve dünyayı şu ya da bu tarzda biçimlendiren de yazı kültürüdür.

Okuryazarlık çöküyor mu?

Simülasyondan tüketim köleliliğine, siber kültürün veya başka deyişle sanal âlemin gündelik pratikleri de derinden etkilediği zamanımıza dair çeşitli karamsar görüşler söz konusudur. Doğrusu, birçoğu son derece sağlam tespitlere dayalı görüşlerdir. ‘Sanal’ işlemleri yerkürenin ‘ötesine’ vardıran kapitalist mantık bir yana, karşı karşıya olduğumuz bir gerçek var ki okuryazarlık her geçen gün zayıflamaktadır! Bu, aslında bir bütün olarak insanlığı tehdit eden bir durumdur. İlgili literatürdeki iç karartıcı görüş veya çalışmaların yanı sıra, bu noktadaki öğretmen yakınmaları da çarpıcıdır. Ülkemizde artık belirgin bir ağırlık edinmiş ‘sınav endüstrisi’ de bu sürecin faillerinden biridir. Testlere yönelik ‘avcı dikkati’ veya ‘pratik zekâ’nın okuma kültüründe yol açtığı tahribat araştırma kayıtlarına çoktan geçti. Varoluş nedeni derinliğinde hatta karmaşıklığında yatan belirli hedeflere ‘kestirmeden’ ulaşma kurnazlığı, eleştirel düşünme için gerekli ve şart olan okuryazar derinliğini bir yana itecekti doğal olarak. Bütün bunların ardından tüm edimlerin ‘görsellik’ çerçevesinde şekillendiği bir sürecin insanları ‘bakar sürü’ye çevirmesi işten bile değildi. Tüm bu gelişmelerin eşiğinde herhangi bir ‘son’ iddiasında bulunmak için erken elbette. Yine ‘herhangi’ bir dönüşüm veya değişim için de kestirimde bulunmak zor. En azından söz konusu değişimin veçhe ve doğrultuları konusunda belli bir ‘resim’ oluşmuş değil. Bütün bu tabloya rağmen ‘yazının sonu’ gibi bir iddia doğru olmaz. Gelgelelim okuryazarlık da iç açıcı bir noktada görünmüyor ki, bu ‘gelişme’nin insanlığın yararına olmayacağı açık.

Yeni cehalet

Hız ve görsellik temelli yeni ‘bilgilenme’ biçiminin kendine özgü bir ‘okuryazar’ tipi yarattığı belli ama bu gerçek bir okuryazar olabilir mi? Sosyal medyalarda yazının görece daha bir yer bulduğu kanalların (Facebook gibi) ‘yaşlı’, her şeyin görselliğe dayandığı kanalların (Instagram gibi) ‘genç’ olarak kategorize edilmesi bile gidişata dair çarpıcı örnek sayılabilir. Sözün güya öne çıktığı yerlerdeki ‘söz enflasyonu’ da sorunun başka bir cephesidir. İnternet ortamında ‘ünlülerin sözleri’ gibi dezenformasyona dayalı pazarlama sitelerinden sosyal medyaya aktarılan kontrolsüz içerik de ‘yeni okuryazar’ tipi konusunda yeterince fikir veriyor. İşin ilginç yanı bu kontrolsüz içeriği aktaranlar içinde ‘okuma yazma’ konusunda belli bir duyarlılığa sahip olması gereken öğretmenler de bulunuyor! Okuryazarlığa başkaldıran gençlerin farklı bir sözelliğe yöneldiğini saptayan Barry Sanders, Öküzün A’sı adlı değerli çalışmasında, okuryazarlığın yarattığı benliğin kayboluşuna işaret eder. Hiç kuşku yok ki, bu alanda önümüzde ciddi sorunlar duruyor: İnsanın anlam dünyasını yeni bir cehalet içinde soluksuz bırakan bir sorunlar yumağı. Ivan Illich’in okula karşı önerdiği ‘ağ’ların böyle bir konjonktürde nasıl işleyip neye dönüşebileceğini pandemi koşulları ortaya koydu. Evet, pandemi koşullarının da dahil olduğu yeni ‘bilgi’ biçimi bizi ‘evimize’ çağırıyor, her şeyimizin sanal, bütün istek ve hayallerimizin tüketim toplumu uzmanlarınca planlandığı güvenli, konforlu ‘evimize’; orada ne iklim sorunları ne doğal felaketler ne sınıflar ne ‘ötekiler’ var; her şey orada ve hazır… Okuryazar olmak çok bir şey ifade etmiyor orada…

Şiir ‘paragrafı’

Bu ‘paragraf’ın konuğu Veysel Çolak’ın ‘Ayaklanma’ şiiri… Şiirdeki ayaklanma, kadim ‘yenidendoğuş’ izleğini ‘bitiş’ ve başlangıç’ üzerinden yalın bir ‘an’a taşıyor. İçinde şimdinin, sonranın, geleceğin yer aldığı yoğun bir ‘an’. Simgesel planda da ‘gelecek’e dair çağrışımlar taşıyan ve bunu okuruna taşıran bir ‘ayaklanma anı’. Yalın ama yoğun, ütopyalardan kaçınan bir zamanda ‘yeniden doğ’ diyen bir şiir:

İnsansan bir dağa dönüşeceksin

su olup akacaksın özleyen sevgiliye

öpünce gün doğacak ağzından.

Biri yeni açıyor diğeri solmak üzere

gene de kucak kucağa iki karanfil.