Okuyucuya bir armağan

DUYGU TÜRK

Bazı kitaplar okuyucuya 'armağan' gibidir. Mehmet Ali Ağaoğulları'nın ilk cildi yayınlanan üçlemesini, Fransız Devrimi'nde Siyasal Düşünceler ve Mücadeleler 1789-1794'ü daha iyi niteleyen bir ifade bulmak sanırım zor: Bu üçleme yalnızca siyaset bilimi öğrencileri için değil, siyaset üzerine düşünen her okur için kitaplığın 'klasik' rafında yerini bulacak çok değerli bir armağan. Mehmet Ali Hoca SBF'de yıllarca yürüttüğü ve bir doktora programında rastlanabilecek en özgün derslerden biri olan Fransız Devrimi'nin Siyasal Düşünceleri'nin çerçevesini, tematik bir izlekle ve adeta Devrimin o müthiş atmosferini solumamıza elveren bir kurguyla şimdi tüm okurlara sunuyor. Böylece Devrimi öğrenmek, üzerine düşünmek ve tartışmak için benzersiz bir olanak sağlıyor.

"Yakın tarihin birçok olayı içinde, Sovyet Devrimi bir yana bırakılırsa, Fransız Devrimi kadar şiddetli hayranlık ve nefret duyguları uyandırmış bir başka olayın olmadığı söylenebilir" (s. 16).

Gerçekten de öyle. Kimi olaylar kendilerinden sonraki politik ufku derinden şekillendirecek kökensel bir kırılma yaratırlar - öyle ki bundan böyle kayda değer tüm fikir ve akımlar, kendilerini bu olayın 'yanında veya karşısında' konumlandırmak zorunda kalacaklardır. Çok az sayıda olay bu derin etkiyi yaratır ve denilebilir ki 'Fransız Devrimi' çağdaş siyaseti belirleyen ilk ve benzersiz kırılmanın adıdır. Dolayısıyla kitlesel politik akımları olduğu kadar çağdaş felsefi düşünceyi de Fransız Devriminin açtığı derin yarıkta -devrimden yana olan ve karşısında duran pozisyonlar olarak- düşünmek mümkün ve dahası gereklidir. Devrimin henüz ilk aylarında alınan ve feodal toplumsal yapının sacayağını dağıtan kararlarda liberalizmin temel kabulleri somutlanır; olan biteni 'karşı kıyıdan' izleyen Edmund Burke Devrimin yani "şimdiye dek yaşanmış en şaşırtıcı olay"ın karşısında konumlanıp muhafazakârlığın kök fikirlerini formüle eder; çağdaş cumhuriyetçiliğin kurucu ismi olan Rousseau'nun kabulleri Jakobenlerin o kısacık iktidarına esin verir. İlk bakışta görülebildiği kadarıyla bile liberalizmi, muhafazakârlığı ve cumhuriyetçiliği Fransız Devrimine referans vermeksizin düşünebilmek olası değildir.

Aynı şey büyük filozofların düşünce sistematikleri için de geçerlidir: Kant, Aydınlanmanın olduğu kadar 'Fransız Devriminin filozofu' olarak da anılır ve Hegel'in meşhur efendi-köle diyalektiğinin 'sonlanışı' için yine Devrim adres gösterilir. Dahası da var: 1789'dan 1794'e uzanan süreç, hemen yanı sıra bir karşı-devrim dalgasını da doğuracak ve 19. yüzyılın Fransası (tüm Avrupa'daki sınıfsal-siyasal çatışmanın keskinleşerek görünür olduğu sahne) bu devrim ve karşı-devrim sarmalıyla şekillenecektir. Böylece, Hobsbawm'ı izleyerek söylersek, Devrimin yarattığı yarılma Birinci Dünya Savaşı'na dek uzanır. Aslında savaştan sonrasına da demeliyiz, zira Mussolini'nin iktidara geldiğinde "1789 şimdi bitti" dediği de bilinir. Devrim, taraftarları ve karşıtları arasında bugünkü konumlanışlara uzanan bir gelenek yaratmıştır; 20. yüzyıldan bir muhafazakâr düşünürün, Schmitt'in tespit ettiği üzere bir anlamda 'devrimin formülünü' üretmiş ve 'hiç muamelesi görenlerin her şey olma talebi'nin modeli olmuştur. Sieyes'in 1789'un hemen başında sarf ettiği o meşhur sözler -öznesi değişse de- her devrimci iddianın sloganı haline gelecektir. Yarım yüzyıl sonra örneğin, Proudhon'un anarşist dergisinin ilk sayısı, formülün taraflarını yeniden adlandıran manşetiyle yayınlanır: 'Kapitalist nedir? Her şey. Ne olmalıdır? Hiçbir şey.' Paris'in komünarları 1871'de 'evrensel cumhuriyet'e sahip çıktıklarında da Devrimin 'eşitlik, özgürlük, kardeşlik' şiarı aynı, öznesi artık proletaryadır - öte yandan komüncüler giyotin'i kent meydanında yakmış yani Devrimin bu trajik sembolüyle bağlarını koparmışlardır. Ve elbette Enternasyonal Marşı, "bizi hiç'e sayanlar bilsin, bundan sonra her şey biziz" dizeleriyle formülü bugüne taşıyacaktır. Dolayısıyla Fransız Devrimini, öncelikle yarattığı geleneği ve tarihteki sürekliliği kavramak için çalışmalıyız.

Nedir tam olarak bu olayı bu denli esin verici veya korkutucu yapan, üzerinden yüzyıllar geçtiğinde bile hâlâ güncel kılan şey? Sorunun yanıtını, Ağaoğulları'nın 3 ciltlik eserinin tamamından çıkarsayabiliriz ancak. Zira Devrim, tek bir andan ibaret değildir kuşkusuz; 1789'dan 1794'e uzanan ve başlangıçta devrimcilerin de hesap edip öngöremeyecekleri biçimde gelişen olaylarla, farklı aktörlerin sahne alıp gidişatı değiştiren müdahaleleriyle şekillenen son derece devingen bir süreçtir. İşte Ağaoğulları'nın yoğun emek ürünü olan eseri, bu devingen süreci hem olayların akışıyla hem sınıfsal ve politik analizle hem de aktörlerin edimlerine yön veren argümanların çözümlenmesiyle kapsıyor. Bu sayede Devrimin, yalnızca olaylar silsilesi değil, sınıfsal pozisyonların hangi siyasal argümanlarla eşleştiğini berraklaştıran bir siyasal sahne olduğunu anlamamızı sağlıyor. Tüm o maharetle formüle edilmiş argümanların, çağdaş siyasal pozisyonların adını koyduğunu; kurucu iktidardan temsil sorununa, halk egemenliğinden cumhuriyet fikrine uzanan temel teorik tartışmaların da zemini olduğunu gözler önüne seriyor. Kısacası, nasıl politik terminolojinin artık evrenselleşmiş sözlüğünün icadını Antik Yunan ve Roma'da buluyorsak, Fransız Devrimi de bugüne uzanan teorik pozisyonların kökenini sunuyor bize. Devrimi çalışmak için bir sebep de bu.

'ÖZGÜRLÜĞÜN İCADI'

Ağaoğulları'nın üçlemesinin yayınlanan 1. cildi, 'Özgürlüğün İcadı' adını taşıyor. Her ne kadar birebir kronolojik bir izleğe sahip olmasa da elimizdeki ilk cildin, Devrimin başlangıcından 1791 Anayasasına ve cumhuriyet Fransası'nın Avrupa monarşileriyle savaşının başlangıcına dek geçen dönemdeki olay ve tartışmalara odaklandığını söylemek mümkün. Dolayısıyla États Généraux'nun kendisini Ulusal Meclis olarak ilan edişinden feodalizmin ilgası ve evrensel beyannamenin ilanına, Devrimin ruhban ve kilise karşısındaki tavrından Kral'ın kaçışının yarattığı tartışmalara ve cumhuriyetçi çizginin oluşumuna uzanan başlıkları bu ilk ciltte okuyoruz. Bu bağlam aynı zamanda Devrimin evrensel şiarının ılımlı devrimcilerin hiç hesap etmediği biçimde sahiplenilmesinin ve mülksüzlerin, kölelerin, kadınların yurttaşlık haklarının peşine düşmelerinin öyküsünü de içeriyor. Böylece başından itibaren sahnede olsalar da 'pasif' yurttaş addedilen mülksüz sans-culotte'ların ve sahneden hiç inmeseler de 'adları' teslim edilmeyen kadınların kendilerini nasıl özneleştirdiklerini izleyebiliyoruz. Olympe de Gouges'un kadın hakları beyannamesinin olağanüstü diliyle heyecanlanıyor; bir süre sonra tarihte cumhuriyet ilanıyla sonuçlanacak olan ilk köle isyanının başlangıcını, Saint-Domingue'in (Haiti) 'renkli insanlar'ının 'siyah Jakobenler'e dönüşme sürecinin aşamalarını öğreniyoruz.

Metnin, akıcı dili ve zaman zaman bir dedektif öyküsünün sürükleyiciliğiyle yarışan canlı anlatımının yanı sıra, okura Devrimin atmosferini soluma imkânı veren önemli bir niteliği daha var: Yazarın anlatı ve yorumlarının doğrudan Devrimin aktörlerinden yapılan uzun aktarımlarla iç içe geçen kurgusu. Meclis veya Konvansiyon konuşmalarından, broşür ve köşe yazılarından seçilerek yapılmış çeviriler, kitapta önemli bir hacme sahip. Tam da -yazarın tabiriyle- bu 'hibrid' nitelik sayesinde kitap boyu her bir tartışma başlığında, bizzat devrimci aktörlerin argümanları, akıl yürütme biçimleri ve retorikleri -sesleri- duyulur hale geliyor, canlanıp ete kemiğe bürünüyor. Böylece Marat'nın ödünsüz sınıfsal öfkesiyle, Robespierre'in incelikli akıl yürütüşüyle, Jironden Vergniaud'un savaş taraftarlığıyla veya Mirabeou ve Barnave'ın 'devrimi donduran' devrimcilikleriyle doğrudan kendi dillerinde tanışıp bu figürleri zihnimizde canlandırabiliyoruz. Öte yandan bu aktarımlar tek başlarına -devrimin aktörlerinin şaşırtıcı belagat yetenekleri nedeniyle olduğu kadar, döneme özgü göndermeler nedeniyle de- bugünün okuyucusu için kimi zaman anlaşılmaz kalabilirdi. Devrimcilerin söylev ve yazılarını özellikle Antik Yunan ve Roma'ya teorik ve olgusal göndermelerle bezedikleri de hesap edilirse, bu zengin dili anlaşılır kılan yine Ağaoğulları'nın açıklamaları oluyor. Böylece siyasal düşünce tarihi profesörü olan yazarın yıllarca ve her yönüyle Devrimi incelemiş olması, okuyucunun Devrimin ruhunu yakalayabilmesi için bulunmaz bir avantaja dönüşüyor.

POLİTİK UFUK

Fransız Devrimiyle hala aynı politik ufku paylaşıyoruz. Ağaoğulları'nın vurguladığı üzere, Devrimin "eşitlik-özgürlük-kardeşlik" şiarının hala gerçekleştirilememiş bir evrensel vaat ve çağrı olduğunu biliyoruz. Belki de Devrimi çalışmak ve hatalarıyla, kırılma anlarıyla, taşıdığı umutlarla, yarattığı hayal kırıklıklarıyla, yani insanlığa vaat edip sunduklarıyla ayrıntılı biçimde öğrenmek için en geçerli sebep de bu. Zira Hocanın berrak ifadesiyle, "dünyamızı barış içinde hakça yaşanabilecek bir gezegene dönüştürecek bir devrime ihtiyaç olduğu"nun (s. 23) her geçen gün daha iyi anlaşıldığı bir çağda, fazla uzun sürmüş bir karşı-devrim sürecinin içinde yaşıyoruz.

Mehmet Ali Ağaoğulları kitabıyla, yalnız Devrimi değil, bir meselenin uzmanı olmak ile meseleyi tutkuyla kavramanın iki ayrı şey olduğunu da öğretiyor. Üçlemenin bir an önce tamamlanmasını, sırasıyla "Cumhuriyetin Sarsıntıları" ile "Jakobenlerin İktidarı" adlarını taşıyan diğer ciltlerin de kısa sürede basılıp okuyucuya sunulmasını umalım.