Başarısız olacak veya kendi kontrolünde kalacak her pseudo-darbe girişimi “Allah’ın lütfu” olurdu. Başarısız olmakla birlikte Türkiye’nin en kanlı darbe girişimi olan 15 Temmuz olayının iktidar açısından daha da özel bir “lütuf” anlamına geldiğini izleyen olaylar kanıtladı.

Olağanüstü hali sürekli kılmak

15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi ve onun sonrasında geçen beş yıl, rejimin kendine yeni bir siyasi zemin oluşturması bakımından adeta bir sıçrama tahtası rolünü oynadı. İstese bu kadar büyük bir fırsatı yakalayamazdı. Peki, istemediği söylenebilir mi? Darbe girişiminin bu denli iktidarın lehine çalıştığı bir durumda, “kim yararlandı?” sorusunu sormak bile fuzuli sayılmaz mı? Özellikle de rejimin başındaki simanın, darbe girişimi için “Allah’ın lütfu” nitelemesini yapmasından sonra...

“Olay”ın sonrasında, darbenin göz göre göre geldiğine, hazırlıklarının adeta aleni bir biçimde yapıldığına dair sayısız tanıklık ortaya dökülmüştü. Aslında iktidardaki tarikatlar koalisyonunun tarafları arasındaki ayrılıkların kökenleri eskiye uzanmaktaydı. Ama ayrılığın kökenini Nakşilik-Nurculuk arasında bir kol güreşine indirgemek, olabilecek en eksikli değerlendirme sayılabilir. Ayrıca, bu tarikatların dünyevi meselelere (ekonomik ve siyasi güç) verdiği birincil önceliği ıskalayarak onları “uhrevi” bir din/maneviyat mücadelesi içinde göstermek gibi büyük bir yanlışa götürebilir.

Asıl belirleyici olan, uzun bir kuluçka döneminde su üstüne çıkmaya başlayan iktidar paylaşımı çekişmeleridir. Buradaki “iktidar” tüm alanları kapsamıştır. “Ne istedilerse vererek” çözülebilecek bir durum değildir; çünkü kurulması hedeflenen emperyalizm güdümlü dinci rejim için fiili tarikat koalisyonunun hangi kanadının lokomotif güç olacağını belirleme mücadelesidir. Dolayısıyla bu koalisyonın ortakları tüm Cumhuriyetçi çevrelere karşı birlikte savaş açtıktan ve bu savaşı artık nihai olarak kazandıklarından iyice emin oldukları 2011 seçimlerinden sonra, koalisyon-içi iktidar kavgasını sertleştirmişlerdir.

2012’deki “peşrevlerden” (MİT Başkanı'nı sorguya çekme girişimlerinden vs.) sonra, Fethullahçı hareket 17-25 Aralık 2013’te dinlemelerle belgelediği ve bu nedenle çok güçlü olduğunu sandığı yeni bir saldırı başlatacaktı. Ancak resmi iktidarın iktidarda olmaktan gelen gücünü; yürütme güçlerine, kolluğa, yargıya ve medyaya hâkimiyetini hafife aldığından umduğunu bulamayacaktı. Bu nedenle, Fethullahçı hareketin eksik kalan hesaplaşmayı sonuca bağlamak için nihai bir hamle fırsatını kollayacağı apaçıktı. AKP iktidarı, kendisi için en uygun zamanda, FETÖ’nün beklediği bu “fırsatı” onun için bir mecburiyete dönüştürme stratejisini izlemekten başka bir şey yapmayacaktı. Bu nedenle de, darbe girişiminin sürpriz etkisi aslında hiç olmayacaktı.

OLAĞANÜSTÜ REJİMDE YAŞAMAK

Sözde-darbe girişimlerinin veya söylentilerinin kendi lehine çalıştığını siyasal dinci hareket zaten deneyimlemişti. 28 Şubat 1997 olayını istismar etmekten hiç vazgeçmemiş, 27 Nisan 2007’deki tuhaf e-bildiriyi de lehine kullanmayı bilmişti. Dolayısıyla, başarısız olacak veya kendi kontrolünde kalacak her pseudo-darbe girişimi “Allah’ın lütfu” olurdu. Başarısız olmakla birlikte Türkiye’nin en kanlı darbe girişimi olan 15 Temmuz olayının iktidar açısından daha da özel bir “lütuf” anlamına geldiğini izleyen olaylar kanıtladı. Özetleyelim:

İlk önce, siyasi iktidar odağı, kendisi için çok rahatsız edici olmaya başlayan eski ortağı yeni düşmanından kurtulmak için bulunmaz bir fırsat yakalayacaktır. “Dönen”, “itirafçı olan”, yüksek ilişkileri dolayısıyla iktidar için rahatsız edici seviyede olan, siyaset-yargı ayakları bulunan FETÖ borsasında “aklanmanın bedelini ödeyebilen” unsurlar hariç olmak üzere, geniş tasfiye operasyonları yürütülecektir. Bu arada 2016 sonrasının yeni eğilimi olarak, TSK’de ve diğer kurumlarda daha geniş tasfiyeleri mümkün kılmak üzere “FETÖ’cülükle” damgalamak yöntemi benimsenecektir.

İkincisi, nasıl ki FETÖ’nün 17-25 Aralık hamlesinin hemen sonrasında iktidar yeni ittifak arayışlarına girmişti (AKP sözcüsünün “orduya kumpas kuruldu” ifadesi bu dönemdeki sıkışmayı aşmaya yönelikti), 15 Temmuz sonrasında da MHP’yi yanına çekmeyi ve Anayasayı değiştirme çoğunluğunu (2018 seçimlerinde de Meclis çoğunluğunu) elde etmeyi “başaracaktır”. Aslında, iktidarın sahte bir “milli birlik” tezgahı olarak kullandığı 15 Temmuz için düzenlediği Yenikapı mitingine anamuhalefet partisi liderini çekebilmesini de hafife almamak gerekir. Bu sayede CHP’nin, daha baştan, bu darbede iktidarın suç ortaklığını sorgulayan bir siyasi konum alması engellenmişti. Daha sonra CHP liderinden gelen “kontrollü darbe” suçlamaları bu nedenle yeterince etkili olamayacaktır.

Üçüncüsü, Erdoğan’ın, AKP’nin ve sermayenin bir bölümünün çok istediği Türk usulü “başkancı rejimi” getirecek kapsamlı bir anayasa değişikliğinin kapısı açılmıştır. Nisan 2017 Anayasası aslında yalnızca 1982 Anayasası'nın özünü değiştiren bir metin olmakla kalmayacak, 1908, 1924 ve 1961 uğraklarından geçmiş tüm gelişimci anayasa pratiğini berhava edecektir. 2018 sonrasında tam yürürlüğe girecek olan Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi, aşırı merkezileşme ve güç yoğunlaşması nedeniyle Türkiye’yi anayasızlaştırılmış bir düzene mahkûm edecektir. Bu düzende yürütmeyi tek başına temsil eden Cumhurbaşkanı (CB) bakımından artık neredeyse hiçbir anayasal, yargısal ve kurumsal sınırlama söz konusu olamayacak, yargı bütünüyle CB’nin emrine girecek, yürütmenin denetimi ve kamu yönetiminde liyakat ilkeleri tamamen tarihe karışacaktır.

Dördüncüsü, siyasal İslamcı iktidar, bu darbe girişimini bahane ederek ülkeyi sürekli bir olağanüstü hal (OHAL) rejiminde yönetme fırsatını ele geçirecektir. Bundan sonraki bütün referandum ve seçimler bu koşullarda yapılacaktır. İktidar, rejimini otoriterleştirmek ve kendi dincileştirme ve ekonomik talan programı doğrultusunda ilerleyebilmek için “darbe anlatısını” istediği gibi eğip bükecektir. O kadar ki, darbe girişiminde FETÖ’cü ve Kemalist subayların işbirliği yaptığı masalını emrindeki kalemler üzerinden piyasaya sürecek; muhalefetin, FETÖ’nün siyasi ayağını ortaya çıkarmadığı için iktidarı suçlamasına karşı-saldırı olarak muhalefeti FETÖ’cülükle suçlamaktan çekinmeyecektir. Nitekim 12 Temmuz 2017’de tamamlanan Meclis Araştırma Komisyonu Darbe Raporu’nda siyasi ayak olarak muhalefetin suçlanması ibretliktir. Buna rağmen, iktidarın zaafiyetlerine ilişkin önemli bilgiler ve ciddi muhalefet şerhleri içeren bu bin 400 sayfalık raporun Meclis’te okunmasının bile engellenmesi, siyasal İslamcı iktidarın gerçekleri örtbas etme kaygılarının temelsiz olmadığını göstermektedir.

SONUÇ: GELECEĞİ ÇALMAK

20 Temmuz 2016’da ilan edilen OHAL rejimi, iktidarı rahatsız eden tüm toplumsal muhalefet unsurlarını baskılama aracına dönüştürülecektir. CB Kararnameleri de benzer bir sürecin sözde hukuk çerçevesini çizecektir. 2018 seçimlerine kadar TBMM’de üçer aylık sürelerle uzatılan OHAL uygulaması, bu tarihten sonra 7145 sayılı yasayla 3 yıl için uzatılacaktır. Geçen hafta TBMM’de görüşülen torba yasayla, FETÖ tehlikesinin geçmediği gerekçesiyle bu sürenin 3 yıl daha uzatılması düzenlenmektedir. Böylece, 2017 referandumu, 2018 ve 2019 seçimlerinden sonra, 2023 ile 2024 seçimlerinin de OHAL koşullarında yapılması istenmektedir.

Oysa anımsayalım, 2016’da ilk OHAL ilanından sonra bu rejimin 2017 Anayasa Referandumu sırasında kaldırılıp kaldırılmayacağı tartışılırken, o zamanın Başbakanı Binali Yıldırım ile Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş, peşpeşe yaptıkları açıklamalarla referandumun kuşkusuz OHAL koşullarında yapılmayacağına dair teminatlar vermeye yeltenmişlerdi. Ama hesaba katmadıkları, RTE’nin henüz sonsözü söylemediği ve bu sonsözün her zaman demokrasi-dışı yöntemlere öncelik vereceğiydi.

15 Temmuz “olayı”, Cumhuriyet karşıtı ve emperyalizm güdümlü bir siyasi rejiminin karanlık yüzünü açığa çıkaran bir kırılma anı olmuştur. Bu “olay”la AKP-sonrası dönemde hesaplaşılması şarttır.