İktidar bloku açısından asıl tehlike, cumhurbaşkanı seçiminin ikinci tura kalma riskinin büyümesidir. Bu, Türk usülü modern monarkımız için daha büyük bir tehdittir. Dolayısıyla birinci adam konumunu (bu defa güçlü bir başbakan olarak) korumak adına, gerektiğinde parlamenter sisteme dönüş kapısı bile zorlanabilir.

Olağanüstü rejimi kalıcılaştırmak

Türk Tabipleri Birliği yöneticileri, "Yönetemiyorsunuz, tükeniyoruz" diye isyan ettikleri için hedefe konuldu. Gerçeği haykırmak her zaman tekinsiz olmuştur. Özellikle de haksızlıklara/eşitsizliklere karşı ses çıkaranların sayısı az, ülkeyi yönetenlerin sopası uzunsa.

AKP rejiminin yönetememe sorunu sağlıkla sınırlı değil. Ama sağlık krizi "bas bas bağırdığı" için ve toplumun hem hizmet sunan hem de hizmet alan kesimlerini ilgilendirdiği için gündemden düşmüyor. Sorun kuşkusuz daha genel: 2020'de, kapitalist sistem altında bu tür krizlerin toplum sağlığına öncelik verilerek çözüme kavuşturulmasının neredeyse olanaksız olduğunun dünya çapında uygulamalı örnekleri verildi. Türkiye gibi otokratik rejimlerle yönetilen, doğası gereği saydamlıktan uzak ve halka yalan söylemenin siyasi yaptırımı olmayan ülkelerde, insan ve toplum sağlığının hiçe sayılması, halkın sağlığı için mücadele eden ama eleştirel konumunu da bırakmayan meslek örgütlerine karşı toplumsal nefretin körüklenmesi sıradan vakalardandır. Sistemin genel önceliği, ekonominin/sermaye birikiminin çarklarının dönmesidir.

Salgının sisteme özgü bazı gerçeklikleri (salgının yaygın olarak emekçileri vurmasındaki sınıfsal eşitsizlikleri, emek sömürüsünün sağlığa öncelemesini) çırılçıplak göstermesi, eğer kitlelerin bilincine yansıyabilirse, belki bir kazanç olarak dahi görülebilir. Sağlık, eğitim gibi kamusal hizmetlerin ancak kamucu/toplumcu anlayışlarla doğru dürüst karşılanabileceğinin daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir.

Yönetememe krizinin çok belirgin olduğu bir başka alan ekonomi. Uzun açıklamalara yerimiz yok ve zaten gereği de yok. Sadece geçtiğimiz hafta TL'nin değerindeki hızlı çöküş ve TCMB'nin politika faizini nihayet 2 yıl sonra 2 puan arttırmasına rağmen durdurulamayan değer kaybı (hafta, Pazartesi günü 1 $= 7,62 TL rekoruyla başlamış ve Cuma akşamı 7,66 TL düzeyiyle tamamlanmıştır), iktidarın iktisat politikası araçlarını etkin bir biçimde kullanma yeteneğini yitirdiğinin başlı başına bir kanıtını oluşturmuştur. Sermayenin iktidara yönelik olumsuz homurtusunun şimdilik halkınkini aştığını söyleyebiliriz.

Bir başka yönetememe sorunu doğrudan doğruya sistemin yönetimi alanındadır. 2017/18 sonrasında girilen yepyeni idari/siyasi yapılanma, Türkiye'de toplumun ve ekonominin gelişkinlik düzeyine yanıt vermekten uzaktır ve orada da yönetim krizleri patlak vermek üzere birikmektedir.

Bütün bunlar AKP rejiminin "gidici" olduğu izlenimlerini güçlendirmektedir. Biz bunu "acaba" sorusuyla karşılamayı yeğlediğimizi aşağıdaki bölümlerde açıklamaya çalışacağız.

AKP İKTİDARI GİDİCİ Mİ?

"AKP rejimi" deyimini kullanıyoruz, ama bununla AKP'nin hedefinde olan ama gerçekleştiremediği "İslami rejim" rüyasını kastetmiyoruz. "AKP rejimi" derken, özellikleri 2017/18 dönemecinde daha da vurgulanmış olan mevcut otokratik siyasi-idari-adli yapıyı kastediyoruz.

Peki bu rejimin oy tabanının biraz daralmasına, hatta son zamanlardaki üye kayıplarına bakarak bir dağılma sürecinden bahsedebilir miyiz? AKP eleştirisini içeren her cümlenin başına "giderayak" sözcüğünü ekleyerek gerçek durumu yansıtmış olur muyuz? Bizce böyle bir süreçten söz etmek için oldukça erken.

Bir kere, AKP'in daraldığı söylenen oy tabanı yüzde 30'un altına bir türlü inmiyor. Dağıtılmış oylarla yüzde 35-38 gibi bir eşiği koruyabiliyor. Bu oy tabanı AKP'yi açık ara birinci parti yapıyor. Küçük ortağı yüzde 10 barajı altına inmiş gözükse de birlikte asgari yüzde 43'lük bir seçmen desteğinin gerisine düşmüş değiller. Böyle bir oy tabanı, birçok Avrupa ülkesinde tek başına iktidar çoğunluğunu garanti edebiliyor; kimse bunu anti-demokratik falan bulmuyor. Türkiye'de de AKP'nin 2002'de yüzde 34'le Meclis'in yüzde 66 çoğunluğunu elde ettiğini anımsayalım. Demek ki, bazı yeni düzenlemelerle iktidarda kalışı güvenceye almanın yollarını halen tüketmiş değil.

Tabii şimdiki halde bazı zorluklar olacaktır. İttifak siyaseti engellenmedikçe, yüzde 10 barajının iktidarın büyük partisini kollayıcı önemi azalmıştır. Meclis çoğunluğunun kaçırılma olasılığı belirmiştir. Bu nedenle seçim sisteminde bazı ayarlamalar yapılarak Meclis çoğunluğu garantiye alınmak istenecektir.

İktidar bloku açısından asıl tehlike, cumhurbaşkanı seçiminin ikinci tura kalma riskinin büyümesidir. Bu, Türk usülü modern monarkımız için daha büyük bir tehdittir. Dolayısıyla birinci adam konumunu (bu defa güçlü bir başbakan olarak) korumak adına, gerektiğinde parlamenter sisteme dönüş kapısı bile zorlanabilir. (Kısmen Putin usülü becayiş modeli). Muhalefetin önüne bu yem atılırsa, halkoylamasına gerek kalmadan Meclis içinde anayasal değişiklik dahi sağlanabilir.

İkinci olarak, muhalefet blokunun da eli rahat değildir. Yapısı çok daha heterojendir. HDP'nin dıştan desteği olmaksızın çoğunluğu elde edememektedir. Bu da, MHP ile rekabet halindeki İYİP'in kimyasını bozmakta; iktidar kanadından bu Partiye yönelik manipülasyonları gündemde tutmaktadır. Nitekim İYİP'in son Genel Kurulunda, delegeler Partinin merkez sağ siyasetçilerini yönetimden tasfiye etmişlerdir. Bu, ülkücü genlerini korumaya kararlı olan parti yöneticilerinin delegeyi yönlendirmesi olmadan gerçekleşemezdi. Demek ki, Millet İttifakı'nın ikinci önemli bileşeni olan İYİP'in, bir süredir kendisine atfedilen çakma "ilerici" karakterini koruma ve sürdürme güçlükleri olacaktır.

AKP türevi olan Gelecek ve DEVA partileri bu tür bir ilerici karaktere -geçici taktiksel hesaplar bir yana- zaten sahip değillerdir; siyaseten ne kadar güvenilir oldukları da ayrı bir soru işaretidir. DEVA Partisinin misyonu zaten uluslararası çevrelerin desteğini alarak iktidar fırsatı kollayacak bir sağ parti oluşturmaktan ibarettir. Gerçi AKP kuruculuğundan gelenlerin geçmişteki siyasal İslamcı kimliklerine çok da bağlı kalmayacakları yönündeki dolaylı açıklamaları ve İYİ Parti gibi sırtlarında ülkücü bir geçmişin yükü olmaması, daha esnek/daha amorf/daha fırsatçı parti yapılanmalarını mümkün kılmaktadır. Ama bu tür partiler, muhalefete değil iktidara ortak olabildikleri ölçüde var olabilirler. Bu nedenle, iktidarın atacağı kancalara karşı savunmasız sayılabilirler.

Saadet Partisi bu tür fireleri daha önce verdiği ve artık iyice küçültüldüğü için belki daha rahat bırakılabilir. Ama Saadet Partisi'nin muhalefet bloğu içinde yer alması, iktidar bloğunun ideolojik hegemonyasını deliyor olması bakımından rahatsız edicidir ve bu nedenle iktidar partisinin kendi tabanına da seslenen dinci söylemlerinin, Ayasofya'nın ibadete açılması gibi simgesel eylemlerinin hedefinde muhalefetin dinci kökenli partileri de yer almaya devam etmektedir.

Demek ki Millet İttifakı'nın zayıf karınları vardır. Burada en verimli alanın muhalefet bloğunun dolaylı bir parçası olan HDP'ye yüklenmek olarak tespit edilmesi rastlantı değildir. İki gün önce 82 HDP siyasetçisinin, bu arada Kars Belediye Başkanının, 2014 tarihli kapanmış olması gereken bir davadan gözaltına alınması da öyle. Bir taşla birkaç kuş vurulmak istenmektedir: Muhalefetin HDP ile dayanışması ölçüsünde İYİP'in ittifaktan uzaklaştırılması; HDP'nin yalnız bırakılması durumunda onun dıştan desteğinin zora sokulması; kendi iktidarlarına tepkilerini büyütme eğiliminde olan AKP-MHP tabanının ve dolayısıyla Cumhur İttifakı'nın konsolide edilmesi; bu arada nicedir hedefte olan Kars Belediyesi'ne de el konulması...

REJİM, KAÇIŞ YOLLARI ARIYOR!

Dolayısıyla iktidar bloğunun imkânları tükenmiş değildir. Şiddet uygulama tekeline sahip olan devletin sosyal zorlama uygulamasına dönük kurumlarını (iç ve dış güvenlik, adalet) harekete geçirme kapasitesi, zayıflamak yerine berkitilmektedir. Muhalefet cenahı faşizan iktidarın zayıflayıp çökmekte olduğunu, bu can çekişme nedeniyle çaresizce sosyal zorlamaya başvurduğunu ve ilk seçimde iktidardan düşeceğini söyleyedursun, AKP rejimi neo-faşist bir yapılanmayı pekiştirmektedir. Elinde başka seçenek kalmamış olabilir, ama daha sert bir rejimi oluşturmak (ve bunun meşruiyetini inşa etmek) bakımından çok da çaresiz gözükmüyor.

AKP rejiminin, iktidarını sürdürebilmek bakımından bazı kaçış yollarını açık tutmaya şimdiden giriştiğini ve bu yolları çoğaltma/genişletme çabalarını sürdüreceğini doğru anlamak gerekiyor. Bu yolların neler olabileceğine, seçim sistemi/siyasi rejime dair bazı örnekler ve muhalefete kanca atma olanakları bağlamında yukarıda değindik. Olağanüstü hal uygulamasına geçilmesi ve izleyen seçimlerin OHAL altında yapılması da bu "yollardan" biri olabilir. Parti kapatmak zorlaştırılmış (üstelik iktidar bloğuna da zararı dokunabilecek) bir tasarruf olsa da, partilerin seçimlere katılmasının engellenmesi gibi benzer etkideki seçenekler masada tutulabilir. Muhalif saydıkları medyanın tamamen susturulması da neo-faşist eğilimli iktidar yapılarının önceliklerinden olacaktır.

Peki iktidarda kalmaya bu denli sıkı sarılma niçin? Yanıt bütün otokratik rejimler için ortak sayılabilir: Otokratik bir siyasi yapının iktidardan düşmesinin, seçimlerle iktidarın değişebildiği olağan bir çoğulcu siyasal sistemdekinden çok daha ağır sonuçları olacaktır. Hele bu otokratik siyasi yapı çok uzun süredir iktidarda bulunuyor ve hesabını veremeyeceği ilişkiler sırtında hacimli bir kambur oluşturuyorsa. Bu ilişkiler, haksız iktisaplardan (sebepsiz zenginleşmelerden) kamuyu zarara uğratmaya giden akçalı işlemlere, hukuk skandallarından haksız kariyer edinimlerine, sayısı belirsiz usulsüz işlemlere kadar uzanabilir. Dolayısıyla, geçmişin hesabını sormayacağını söyleyebilecek bir muhalefet bloğu dahi, eğer iktidara adım atarsa, önüne yağacak ihbarları yok sayamayacaktır. Bu bir dizi hukuki kovuşturmanın/soruşturmanın kapısını ister istemez aralayacaktır. Teftiş kurulları ve adalet sistemi de yeni siyasi güç odağına göre şekil almakta gecikmeyecektir.

Bu arada TBMM'nin yapısının değişmesi, Sayıştay'ın da farklı bir biçimde harekete geçmesine yol açacaktır. Her durumda, izleyen dönemde, Büyükşehir Belediye meclisleri başta olmak üzere AKP-MHP çoğunluğunun seçilmiş belediye başkanları üzerinde baskı kurması da engellenecek, bunun yasal düzenekleri de oluşturulacaktır. Dolayısıyla, mevcut iktidar kalıntılarının rant kanallarını yerelde kontrol etme düzenekleri de bozulmuş olacaktır.

İşte bu ve buna benzer nedenlerle, uzun dönemdir iktidarı ve rant düzeneklerini kendisine göre biçimlendirmiş olan otokratik iktidar yapıları, iktidara yapışmakta ve gitmemek için her türlü kaçış yolunu denemektedir.

SONUÇ: HEGEMONYA BUNALIMI VAR MI?

Şimdi başlangıçtaki sorun alanımıza yeniden dönelim ve şu soruyu soralım: 2020 Türkiye'sinde, siyasi alanda, Gramscy'yen anlamda bir "hegemonya bunalımı"ndan söz edebilir miyiz? Gramscy'ye göre (Modern Prens, Birey ve Toplum Yn., 1984, s.90-93), belirli tarihsel uğraklarda "toplumsal gruplar geleneksel partilerden ayrılırlar"; çeşitli nedenlerle yönetici sınıfın bir "otorite bunalımı" ortaya çıkmıştır; "bu, hegemonya bunalımı ya da Devletin bütünlüğünün bunalımıdır. Bunalım âni olarak tehlikeli durumlar yaratır, çünkü halkın değişik tabakaları hızla yol bulma ve aynı hızla yeniden örgütlenme yeteneğine sahip değildir. Eğitilmiş, kalabalık bir personele sahip geleneksel yönetici sınıf alt bağımlı sınıflarda olduğundan daha büyük bir hızla kişileri ve programları değiştirir, elinden kaçırmak üzere olduğu denetimi yeniden sağlar." (...) "Birçok partinin tek bir parti bayrağı altına, aslında bütün sınıfın gereksinmelerini en iyi biçimde temsil eden ve özetleyen geçişi, her ne kadar sakin devrelere göre çok hızlı, neredeyse şimşek gibi bir hızla olursa da, bu, organik ve olağan bir olaydır". (...) "Bunalım böyle bir organik çözümle değil de, karizmatik önderin başa getirilmesiyle sonuçlanırsa, bu durağan bir dengenin varolduğu (...) ve tutucu grubun da bir sahip gereksindiği anlamına gelir".

Yakın tarihimizde buradaki tanımlamaya uygun iki siyasi uğraktan bahsedebiliriz sanıyorum: 1980 darbesi sonrasında ANAP'ın sözde bütün siyasi hareketleri temsilen iktidara çöreklenmesi ile 2001 krizinden sonra neredeyse bütün geleneksel partilerin iflası sonucunda AKP'nin ve karizmatik lider rolünü üstlenecek RTE'nin iktidara taşınması. O halde soru şudur: 2020 yılında, bütün yıpranmışlığına rağmen AKP'nin, 2001'deki geleneksel siyasi partilerde olduğu gibi iflasın eşiğinde olduğu söylenebilir mi?

Bitirmek için, tekrarlamaktan kaçınmayacağımız bir saptamamızı yineleyelim: Pasif muhalefet tarzının gündeminde, iktidarın kendi yıpranmışlığıyla kendi üzerine çökmesini beklemekten ve seçimlere kadar geçecek sürede büyük bir hata yapmaktan kaçınmaktan başka yapılacak bir şey yoktur. Oysa bu yazımızda iktidarın iktidarı bırakmamak için siyasi çıkarlarına uygun araçları amaca uygun biçimlerde yönlendirme kapasitesini yitirmediğine odaklandık. Din ve milliyetçilik istismarını siyasetinin merkezine oturtan bir iktidar bloğu açısından, dolaylı ve dolaysız siyasal eylemin tüm yöntemlerini harekete geçirmenin etik bir sorunu bulunmadığını gösterdik. Esasen "siyasi ahlak" denilen yenmez içilmez şey epeydir Türkiye coğrafyasına uğramamaktadır; ileri kapitalist ülkelerde dahi varlığı sadece halk tepkilerine bağlı olarak kanıtlanabilmektedir. Türkiye'de iktidarın muhalefetten daha fazla korktuğu şey de budur.