“Olasılık hesapları bir yalandır” dedi Halit. Adı gerçekte Halit değil, kişi ve mekan isimlerini değiştirerek aktarıyorum. “Bir şey ya olur, ya olmaz… Ara durum yoktur. Olasılık hesapları komple saçmalıktır.”

“Nasıl yani?” dedim. “Paranın yazı veya tura gelmesi, piyangoda büyük ikramiye çıkması olasılığıyla aynı yüzdede mi?”

“Evet, her ikisinde de olasılık fifty fifty… Yani para ya tura gelir, ya yazı gelir; milli piyangoda büyük ikramiye ya çıkar veya çıkmaz.”

Okulun manzara gören bir yerinde şarap içiyorduk. “Bravo sana” dedim. “Fen Lisesi ve bu üniversite seninle gurur duyuyor.”


Üçüncü arkadaşımız İbo, “Peki dedi, iki renk var. Biri siyah, biri beyaz. Ama arada grinin binlerce tonu var.”

“Hayır yok” dedi Halit. Aşı karşıtları, düz dünyacılar veya Reisçiler gibi, noktayla biten cümlelere bayılıyordu. “Düşün ki en solda siyah var, onun sağında açık siyah, daha açık siyah… En sağda ise beyaz var, onun solunda hafif kirli beyaz, daha kirli beyaz… Bu ton farkları tam ortada birleşiyor. Ortanın solunda siyah tonları var, sağında beyaz tonları. Yani hala iki renk var: Ya siyah veya beyaz.”

***

Bu saçmalığı daha uzatmayıp şaraba devam etmeye karar verdik.

Birkaç ay sonra Halit, o dönemin en sükseli araçlarından olan Nissan NX Coupe ile tozu dumana katarak kampüse girdi. Araç zaten yeterince dikkat çekici değilmiş gibi bir de sarı renkti. Düne kadar otobüs bileti parası olmayan Halit’i böyle gıcır gıcır bir spor arabada görünce soru bile soramadan donakaldık. O yıllarda borsa yeni açılıyordu ve uzmanlaşmış yatırım şirketleri yoktu. Borsada para kazanmak veya parasını aklamak isteyen mafyacı, aşiret reisi gibi tipler havalı üniversitelerde okuyan gençlere paralarını emanet ediyorlardı. Halit de kendine böyle birkaç kişi bulmuş ve meşhur olasılık teorisiyle bizi olmasa da, bu kişileri ikna edebilmişti. NX Coupe’yi kazandığı ilk komisyonla almıştı. “Siz milyonlarca olasılığı düşünerek kendinizi felç etmeye devam edin. Hayatta iki olasılık vardır, ya kazanırsın ya da kaybedersin” diyerek orta parmaklı bir Amerikan selamıyla yanımızdan uzaklaştı.

Bir akşam Halit’i solcuların kafesinde sigara içip masayı izlerken buldum. Elleri tir tir titriyordu. “Çok büyük para kaybettim, başım belada” dedi. Yanında bir spor çanta vardı, fermuarı açtı ve hayatımda ilk (ve son) kez bir çanta dolusu doları bir arada gördüm. “Burada üç yüz bin dolar var, kalan son param. Ödememe gereken borcun onda biri bile değil. Bu gece Maslak’a kumarhaneye gideceğim ve tüm borcumu kapatacağım.” Bir süre bakıştık. Tek bir yüz dolar bile aylık bütçemden fazlaydı. O kadar gergindi ki, onu rahatlatacak bir söz aradım. “Büyük olasılıkla yarın sabah borçlarını silmiş olursun, dert etme” dedim. “Büyük olasılık yok” dedi sigarasını söndürürken. “… ama yüzde elli olasılıkla bu dertler bitecek.”

O gece sabaha karşı Halit yatakhane geldi ve gözüne kestirdiklerini uyandırarak taksi parası istedi. Dolarları son sentine kadar kumarda tüketmiş. Maslaktan okula kadar taksinin alacağı paradan daha fazla borç alınca anladık ki, burada kalmayacak. “Yakında görüşürüz” dedi ve odadan çıktı.

Okulun ikinci döneminde kampüse kara gözlüklü, takım elbiseli tipler dadandı. Ellerinde Halit’in fotoğrafı vardı. Kim olduklarını bir çocuk bile anlayacakken hepsi aynı yalanı söylüyordu: “Ben Halit’in emmi oğluyum, kendisini gördünüz mü?”

***

Haftalar sonra bir gün, İbo ve ben gündüz vakti yatakhanede belot oynarken, yangın merdivenin oradan bir ses duyduk. Halit pencereyi açmamızı istiyordu. Elinde beze sarılmış bir şeyle içeri girdi. Göz çukurları çökmüştü ve en ufak bir çıtırtıda sağa sola bakıyordu, günlerdir banyo yapmamış olmalıydı. Yine de kendine çeki düzen verip, ciddi bir sunuma hazırlanıyormuş gibi hafifçe öksürdü.

“Sizi gördüğüm iyi oldu…” dedi ama üçümüz de biliyorduk ki, yatakhanede kimi görse aynı şeyi söyleyecekti. “Muhteşem bir planım var. Vize final hepsini boşverin, okulu bugünden itibaren bırakabilirsiniz.”

Yatağın üzerine elindeki bezi açtı, iki tabanca ve bir kutu mermi… Dolarlarla dolu çantadan sonra tabancayla da ilk kez Halit sayesinde karşılaşmış olmuştum.

“İstanbul’da en çok cash nerede vardır? Söyleyin bakalım nerede?” İbo ile birbirimize baktık. Bu kadar basit bir şeyi bilemediğimiz için Halit hafifçe kızmış gibi yaptı ve devam etti. “Mecidiyeköy’de Ali Sami Yen’in hemen karşısındaki Yahudi Yakup’un döviz bürosunda. Akşam dörtte orada her gün devasa miktarda nakit olur”

Bir Amerikan filminin içinde yaşamanın gizli keyfini çaktırmamaya çalışarak Halit’i dinlemeye devam ettik. “İbo sen arabayı kullanmayı biliyorsun değil mi, sen sadece arabada bekleyeceksin.” Bana döndü “Sen de elinde şu tabancayla kapıda bekleyeceksin. Ben içeri girip beş dakika içinde çıkacağım. Sonra vın.”
İbo “Akşam dörtte Mecidiyeköy trafiğinde mi vınlayacağız?” dedi. Bir sessizlik oldu. Halit hışımla silahları toplayıp geldiği pencereden dışarı çıkarken. “İkiniz de aptalsınız” dedi bize. “Yüzde elli olasılıkla milyarder olma şansını teptiniz.”

Çok geçmeden Halit’i gazetelerde gördük. “On dokuz yaşında üniversite öğrencisi mafyanın paralarını batırdı” başlığıyla Halit bir süre gündemde oldu. Hapse atıldıktan sonra da ölüm haberini bekledik korkuyla ama hiçbir haber çıkmadı bir daha.

On yıl sonra Kadıköy’den eve dalgın dalgın giderken bir el omuzumu tuttu. Tepeden tırnağa Pradalar içindeki güneş gözlüklü bu adamı hemen tanıdım. Sinek kaydı traşlı yüzünde pişmiş kelle gibi bir sırıtış vardı ve bir yandan da elini çenesine götürerek Hublot saatini göstermeye çalışıyordu. “Halit, sen… Nasıl olur?…” diye kekeleyerek sordum.

Cevabı ya Erdoğan verecek veya biz vereceğiz.