Nereye gol atmıştım bilmiyorum. Birileri beni destekliyor olmalı ki hâlâ hayattaydım. Herkesin yakasına yapışabilirdim. Olmadı. Çaktırmadım. Kazanmış gibi yapmalı, yine de gururumu belli etmemeliydim

Olduğum gibi yalnızdım

SİNEM SAL / @sinemsal
illüstrasyon: Rıza Türker

“Keşke kimseyi sevmesem Hamza,” dediğimde ellerimi tutuyordu. Ellerimi tutuyordu ama ellerim benim ellerim değildi. Sesini çıkarmadı. Sustuk. Kadıköy’de bir cafede oturuyorduk. Upuzun saçlarım kırmızı şapkamın altından omuzlarıma dağılmıştı. Ben uzun saçlarım olsun istemiyordum. Hamza istiyordu. Etrafımızda ne kadar genç varsa birbirlerine kenetlenmişti. Bu dünyada birbirini seven ne de çok insan vardı. Aklım almıyordu. Yalanın daniskasıydı olan biten. Bir büyük dikiş makinesinden ayağını çekmiyordu sanki Yaratan. Hırrrr hırrr diye dönüyorduk. İşlediğimiz bir şeye benzemiyordu. İplik ve kumaş oldukça dönüp duracaktık.

Garson masaya ellerimizin tam yanına, on dakika kadar önce sipariş verdiğimiz elmalı keki bıraktı. Elmanın kokusu yeşil ceketimden yükselen ıhlamur kokusuna karışıyordu. Ben ıhlamur kokmak istemiyordum. Hamza istiyordu.

“İnsan, yine de biraz sevmeli,” dedi “birilerini sevmeli ki kalbinin yükü hafiflesin.” Ben Hamza’yı çok seviyordum. O sıkılmayı biliyordu. Bana göre insan, kalbinin yükü hafiflesin diye sevmezdi birilerini. Yükünü anlamak için severdi. Anlayınca her şey geçer çünkü. Yok olur. Sıkılmak ve sıkıldıkça şartları düzenlemek Hamza’nın en büyük meziyetiydi. Buna izin vermek istemiyordum. Hamza istiyordu. Okul müdürü gibiydi Hamza. Sabahları okulun kapısına geçer, tırnak, saç, sakal, etek kontrolü yapardı. Canı istemezse almazdı içeri. Yok isterse güler geçerdi. Keyfi bilirdi. Sevecekse de keyfi bilirdi, dövecekse de, sövecekse de, övecekse de.

Üstünde yeşil bir kazak vardı. Suratı bal dolu bir kaşığın ardından ağzına kivi tıkılmış çocuğunki gibi buruşuk ve memnuniyetsizdi. Mutlu olmayacağı şeyler söyleyecektim ona. İnsan mutlu olmayacağı şeyler duyacağı anları hemen anlıyor. Mutsuzluğun kokusu keskin çünkü. Bastıramazsınız. Hem de sevdiğinizin mutsuzluğuysa.

Nereye gol atmıştım bilmiyorum. Birileri beni destekliyor olmalı ki hâlâ hayattaydım. Herkesin yakasına yapışabilirdim. Olmadı. Çaktırmadım. Kazanmış gibi yapmalı, yine de gururumu belli etmemeliydim. Hamza, bana bakıyordu. Ağzımdan çıkacak bir cümle için canını feda edebilirdi. Etsin istiyordum. Düşünmedim. Söyledim. “Bitsin artık,” dedim, “kendim olduğumda beni sevemiyorsun.” Ben bitsin istemiyordum. Hamza istiyordu. Çünkü kullanma talimatımı yazıyordu durmadan. Beni yeniden programlıyordu. Yine de ayrılmak istediğimi söylediğimde gözlerinde iri hayvanlar öldü. Pençesini her fırsatta kalbime geçiren iri hayvanlar “Sen bilirsin,” dedi. Ben bilirmişim… Bilseydim önceden söylerdim. Nasıl oldu ben de bilmiyorum. Avuçlarının içindeki ellerime soğukluk geldi. Sonra o soğukluk her yere yayıldı. Bedenime, kıyafetlerime, günlerime. Soğukla başa çıkmaya başladım. Çok lazımmış gibi.

Lazımmış meğer. Hamza’dan ayrıldığım gün saçlarımı kestirdim ve ıhlamur kokusunu çöpe döktüm. Kitaplığın rafına kahve bardağı bırakma huyumu yeniden kazandım. Kimsenin takıntısı benim dikkatim değildi artık. Evimde at koşturuyordum. İn cin top oynuyordu. Aradan yıllar geçmişti. Hamza’yı ne merak ediyordum artık ne de özlüyordum. Alışmıştım.

Ama bir sabah bir şey oldu. Aslında anlatacağım şey buydu. Fakat kısa kesemiyorum hiçbir şeyi. Uzatmak bana özgü bir şey. Neyse. Meyve almak için evden çıkmıştım. Bizim sokağın sonunda bir bakkal vardı. Bakkalın önünde de kavunlar, karpuzlar, sinekler… arsızca tatlı istiyordu canım. Bunu çok net hatırlıyorum. Siyah poşete meyveleri doldurup biraz yürüyüş yapayım diye yolumu uzatmıştım. Orada gördüm onu. Hamza’yı. Sanırım kendi arabasıydı. Bagajından bir şeyler alıyordu kucağına. Kafasını kaldırdı. Gülümsedim. O da gülümsedi. Tam olarak bu oldu.

Birbirimize nasıl olduğumuzu, iyi olduğumuzu, e başka neler neler yaptığımızı, hiç yaptığımızı söyledik. Sonra da görüşsek ya bir ara dedik. Ayrıldık. Yolumu uzattım. Yolumu çok uzattım. Elimdeki meyve poşetlerini sokakta birbirine top fırlatan çocuklardan birine verdim. Belki saatlerce yürümüşüm. İstanbul bana doymuş.

Aniden rüzgâr bastırmıştı akşama doğru. Bomboştum. Dünyanın en yalnız insanı varsa, kesinlikle bendim. Saçlarıma dokunmuştum. Boynum açıktaydı. Boynumdan vanilya kokusu geliyordu. Ayaz dedikleri buydu. Yine de rahat bir nefes almıştım. Bu bankta başkası olarak oturmak da vardı. Uzak dursundu.