Robert Guédiguian’ın “Deli Hikayesi-Une Histoire de Fou” Cannes Film Festivali’nde gösterildi. ASALA örgütünün iç çekişmeleri ve dağılma sürecini anlatan Guédiguian ile BirGün için söyleştik.

Öldüğümüzü kanıtlamak için mücadele ediyoruz

DEFNE GÜRSOY - CANNES/PARİS

Fransız yönetmen Robert Guédigian’ın “Une histoire de fou-Deli Hikayesi”ni, 68. Cannes Film Festivalinde yarışma dışı özel gösterimde izledik. Guédiguian’ın Fransız (ve dünya) sinemasında özel bir yeri var. Filmin konusu ne olursa olsun, devrimci duruşunu her zaman öne çıkartır. Annesi Alman, babası ise Karslı “kılıç artığı” bir aileden gelen Guédiguian, Ermeni köklerinin öne çıktığı filmler yapmaya göreli olarak geç başladı. 2006 yılında yaptığı “Voyage en Arménie-Ermenistan’a Yolculuk”un ardından, “Deli Hikayesi” Ermeni Soykırımının 100. yılında izleyicilerle buluşacak.

Guédiguian’ın bir tarihçi hassasiyetiyle çektiği “Deli Hikayesi” aslında iki filmden oluşuyor. İlkinde, 40 dakika boyunca, Soghomon Tehlirian’ın 1921’de Berlin’de Talat Paşa’yı öldürmesiyle başlayıp, Tehlirian’ın Almanya’da iki yıl süren ve beraat ile sonuçlanan davasını siyah beyaz çekilmiş dramatik bir anlatımla ekrana taşımış. Bu bölümün bu denli uzun olması, filmin sonuna kadar bu türde devam edeceğini zanneden izleyicileri ürkütebilir. Her ne kadar ASALA ile ilgili–ve bizce Guédiguian’ın sinema dilinin ustalığını ortaya çıkartan—ikinci bölümün (ve bizce esas filmin) temelini atmak için bu davayı anlatmak gerekiyor idiyse de, uzunluğu ve didaktik anlatım dili farklı olabilirdi. Ancak hatırlatmakta yarar var: İkinci Dünya Savaşında Nazilerin Yahudi kıyımını nitelemek için “Genocide/Soykırım” kelimesinin 1948’de kabul edilmesini sağlayan Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin, Tehlirian davasını yakından izlemiş ve Ermenilerin katliamından hareketle bu tanımlamayı yapmıştı.

İkinci bölüm, Ermeni Soykırımının 60. Yıldönümüne gelen 1975’de kendilerini “Komünist ve antiemperyalist” niteleyen bir grup devrimci Ermeni tarafından kurulan “Armée Secrète Arménienne pour la Libération de l’Arménie”, yani “Ermenistan’ın Kurtuluşu için Gizli Ermeni Ordusu”nun eylemlerini ve içindeki ayrılıkları anlatıyor. 1984’de Orly havaalanı bombalamasından sonra dağılan ASALA’nın son yıllarını, Türkiye’de ise 12 Eylül faşist darbesi dönemini kapsıyor.

ASALA örgütü, silahlı mücadeleyi seçtiği 1975 yılından itibaren, şiddet boyutu ve kurban sayısı giderek artan bir çizgi izlemiş, sonunda 1984 yılında iç çekişmeler sonucu kendi kendini lağvetmişti. Ermeni savına ve soykırımın birçok ülkede tanınmasına katkıda bulunsa da, Guédiguian “Deli Hikayesi”nde “gerçeği” söylemek arzusuyla şiddetin haklılığını sorguluyor.

Bu bölümün dramatik dokusunu ören hikaye, aslında gerçek hayattan uyarlama. Madrid’de 1981 yılında patlayan bir ASALA bombasında yaralanan genç İspanyol gazeteci José Gurriarian, sakatlanmasının ardından, saldırıyı yapan kişilerle yüzleşmesini “La Bomba” adlı kitabında anlatıyordu. Filmde ise, Paris’teki Türk elçisinin arabasına bomba koyan örgüt üyeleri, yanlışlıkla oradan geçen genç bir Fransız tıp öğrencisinin ömür boyu sakat kalmasına neden oluyor.

“Deli Hikayesi” izleyenleri bellek ve adalet hakkında düşünmeye itiyor. İnkarcıların soykırımla yüzleşebildikleri sürecede, ortak bir gelecek kurmanın mümkün olduğunu hatırlatıyor.

Robert Guédiguian ile Cannes Film Festivali’nde BirGün için söyleştik:

> “Deli Hikayesi”ni neden yapmak istediniz?

Ermenistan’a ilk gidişim olan 2000 yılından beri böyle bir film yapmak istiyordum, ve mutlaka kurmaca olmalıydı. Ama doğrusu zorlandım, zira hem Tehlirian davasını, hem de şiddetin masum kurbanlarını anlatmak istiyordum. Sonunda trajik anlatım düğümünü saldırının masum kurbanından özür dileyen bombacının annesini yaratınca buldum. Bu karakter sayesinde filmin evrensel boyutunu yakaladığımı düşünüyorum. Ermenilerin acı hikayesini veya Türk-Ermeni meselelerini aşarak, filme antik trajedi niteliği veriyor. Bu olgunluğa gelmek için de epey düşünmem ve çalışmam gerekti.

> Aslında “Deli Hikayesi’nde iki ayrı film var. İlki yaklaşık 40 dakikalık Tehlirian davası, ikincisi ise ASALA’nın iç çekişmelerini anlatan “esas” kısım. Bu anlatımı neden seçtiniz?

Sadece dava hakkında bir film yapamazdım. Ancak dava mutlaka filmin içinde yer almalıydı, çünkü bence soykırımı anlatmanın tek yolu buydu. Soykırımları filmleştirmek mümkün değil. Karın deşmeleri, başların kesilmesini, yanan kiliseleri çekemezsiniz. Nedeni ise, izleyicinin bu görüntülerden zevk alması riskidir, bir nevi aksiyon filminde sahneye konulan gösteri gibi. Eğer bir soykırım filmi yapmak istiyorsanız, hiçbir müsamaha yapamazsınız, yani izlenemeyecek bir film çekmeniz gerekir. Çektiğiniz filmde şiddet öyle bir boyutta olmalı ki, izleyici salonu terk etmeli. Ama sinemanın özüne ters, izlenmemesi için film yapılmaz. Temel çatışkı (paradoks) da burada zaten.

> 1980’lerde geçen filmin ikinci bölümü ASALA’nın son yıllarda artan şiddetini gösteriyor. İnkarcıların hoşuna gitme tehlikesi yok mu sizce?

Çok genel bir şey söylemek istiyorum: Gerçek her zaman devrimcidir. Bence siyasette gerçekleri söylemek şart. Siyasette ahlaklı da olmak gerek, bu yüzden de ASALA’nın ne olduğunu söylemek gerekiyordu. ASALA bazen iyi şeyler de yaptı, bazen de Orly saldırısı gibi, şiddetle kınadığım şeyler de. Ben biraz filmdeki şüphe eden ASALA militanı gibiyim. Üstünden bu kadar zaman geçtikten sonra, ASALA’nın Ermeni davasında çok ciddi ilerlemeler sağladığını söyleyebiliriz. O olmasaydı, 60 yıl boyunca üstü örtülmüş bu bellek ortaya çıkamazdı. En azından başında hedefi netti, ancak sonradan bildiğiniz gibi raydan çıktı, ve sonunda “Bu haklı bir şiddet midir?”, “Şiddet ne zaman meşrulaşır?” sorunsalıyla kendi kendini lağvetti.

> Soykırımı inkar etmek aslında tanımanın başlangıcı sayılmaz mı? Tanımadığınız bir şeyi inkar edebilir misiniz?

Biraz retorik bir soru. Bence bugün artık soykırımın inkarı suçun bir parçası, hatta devamı niteliğinde. Genelde soykırımlar yapıldıkları andan itibaren inkar edilir. Naziler bile kampları boşaltırken cesetleri mümkün olduğu kadar yakarak yok edip, soykırımın izlerini sildiler. Kısacası, Soykırımın tanınması, Türkiye’nin gerçekten gelişmiş ve demokratikleştiğinin ispatı, sinyali olacaktır.

> Film boyunca “Türkler” değil de “Faşist Türkler” demeye özen göstermişsiniz...

Bu bende eski bir alışkanlık. 2009’da “Suç Ordusu”nu yaparken, Manouchian çetesinin iki üyesi hala hayattaydı. Adı Karaian olanı çok seviyordum, filmde oynayanlarla tanıştırmaya geldiğinde, “Almanlar demeyin, Naziler deyin” diye ısrar ediyordu. Her zaman ayrımını yapıyordu: “Benim Alman dostlarım var, kardeşlerim var, o yüzden ‘Nazi’ derim”. Öte yandan, film 1980 darbesinin cuntası zamanında geçiyor, dolayısıyla gerçek anlamda faşistlerden söz ediyoruz!

> ASALA’nın çekişmeleriyle yüzleşmek kolay değil, bazı Ermeniler bundan rahatsız olmayacak mı?

Olabilir, ama Ermenilerin birçoğu bu konuda hatalı. Her zaman iki duruş var bu konuda. İlki “bu iç çekişmeden hiç bahsetmeyelim, insanların bizi bir kez daha reddetmelerine neden olacak” diyenler (aynıları benim “Ermenistan’a Yolculuk filmimi orada sahtekarlar, mafya ve hırsızların olduğunu gösterdim diye eleştirdiler). Diğer tarafta da benim gibi gerçeği söylemek isteyenler. Ben aslında ASALA’nın aktif olduğu yıllarda genç bir yetişkindim, ama etrafımda bir sürü arkadaşım katılsa da, ben hiç katılmayı düşünmedim. Aslında “doğru” olan tek saldırı, Tehlirian’ın Talat Paşa’yı öldürmesiydi. “Doğru” derken de ahlaki, siyasi ve tarihi anlamını kastediyorum.

> Filmde Kürtlere sevecenlikle yaklaşıyorsunuz... Kürt sorununun çözümü, Ermeni soykırımının tanınması için önemli midir?

Böyle algılanması beni çok memnun etti. Gerçekten de mahkeme tutanaklarında Tehlirian aynen böyle söylüyor. Onun gibi insanlarda bayıldığım taraf da bu zaten, bir yandan “Hapisten çıkan Kürtleri üstümüze saldılar” derken, hemen ekliyor “Ama bu Kürtlerin tümünün canavar olduğu anlamına gelmez” diyor. Kürt meselesine gelince, bence çözümü soykırımın tanınması için elzem. Kürtlerin var olması Türkiye’nin de herhangi bir ülke gibi olduğunun kanıtı, yani sadece “Türk”ler yaşamıyor orada. Üstüne bir de Müslümanlaştırılmış Ermenilerin torunları katmanını da eklediniz mi, bu iki mesele soykırımın tanınması için temel şartı oluşturuyor. Kişisel bağlamda ise benim birçok Kürt yoldaşım var, örneğin Hiner Saleem’in üç filminin yapımcısıyım.

> Filmin adı çok önemli. Filmdeki karakterlerden biri sonuna doğru “Soykırım bizi delirtti ama biz onunla var oluyoruz” diyor. Soykırım tanındıktan sonra Ermeni kimliğinin ne olacağını mı sorguluyorsunuz?

Bir asırdır tuhaf bir şekilde soykırımın tanınması Ermeni kimliğinin temel taşlarından biri oldu. Türkiye Soykırımı tanırsa, doğrusu bir bacağımız eksilecektir. Filmin adı tam da bu yüzden “Deli Hikayesi”. Yani düşünün, yaşadığımızı değil, öldüğümüzü kanıtlamak için mücadele ediyoruz. Tam bir paradoks. “Biz öldük ve siz bizim öldüğümüzü söyleyin” diyoruz. Kimlik arayışında son derece trajik ve eşsiz bir durum bu.

> Filmi “Ortak mücadelemize saygı için Türk yoldaşlarınıza” adamışsınız...

Elbette benimle aynı mücadele içinde olan, yani dünyayı değiştirmek, ülkelerine bağlı kalsalar da enternasyonalist olan birçok Türk yoldaşım var. Onların tümüne adıyorum. Film boyunca Türkiye’nin pek hoş bir yer olmadığını vurguluyoruz, bu yüzden bu ithafı yapmam gerekiyordu. Bence bu film onlara mücadelelerinde de yardımcı olacaktır.

> Türkiye bir gün Ermeni Soykırımı'nı tanıyacak mı sizce?

Bence o gün gelecek. Doğamda iyimserlik var. Filmin sonunda annenin dediği gibi: “Ben inanıyorum, ne yapayım, inançlıyım."

> Türkiye’de çekeceğiniz bir film projeniz var mı?

Aslında çok yapmak istediğimi bir film var, Komitas’ın biyografisi. Anadolu’nun dört bir yanında, köy köy dolaşıp, araştırmacı titizliği ile—sanki halkının başına gelecekleri hissetmişçesine—düğünlerde ve bayramlarda söylenen tüm melodileri ve dolayısıyla belleği toplayan, derleyen, arşivleyen bir adamın yolculuğunu düşünün. Çok güzel bir film olur, ama yapar mıyım, henüz bilmiyorum.