Dünya sizden küçüktür aslında. Bir sabah pencerenizi açarsınız ve dünya işte yalnızca pencerenizi açıp derin bir nefes almanızdır. Akşam çayının demlenmesi kadardır bazen. Bazen birinin gelme umududur, bazen birinin terk ediş kederi. Birinin fazlalığı, diğerinin azlığıdır dünya. Kimileri için kapıda yol gözlemektir ihtiyar bedeniyle, kimileri için bir mezar taşındaki ‘genç’ isimdir artık. Evde, olur olmaz bir yerde, ayağınıza dolanan kirli bir çorap kadar gereksiz ancak onun yaşanmışlığı kadar gerçektir. Küçüktür dünya. İş yerinde bir gülüşme kadar azdır bazen ama o gülüşmeyle günü kurtarır. Sıktığınız bir el, öptüğünüz bir dudaktır o gün o dünya.

Faytona binmek, sırt çantanızın içini boşaltmaktır yatağın üzerine. Dünya hakikaten küçüktür ve o siz yürüdükçe büyüyecek, güldükçe ve ağladıkça sırdaş olacaktır. Siz durdukça o da sizinle çürüyecektir. Aslında insan olmak dünyayla çürümeyi de bilmektir. Dahası bunu göze almaktır. Örneğin sabırla bekleyebilmek, sıkılmayı öğrenmektir. Dünya sıkılmanın ve beklemenin kendisidir ve asıl mekânıdır. Bazen beklerken ve sıkılırken üstünüzden pis kokuların yayılması ve buna saygıyla izin vermenizdir. Çünkü dünya ölümü beklerken -en çok- döktüğünüz terin kendisidir.

Çocuğunuzun gözünde kahraman, annenizin gözünde hâlâ bir ana kuzusuyken işittiğiniz azar, boynunuza kadar yolculadığınız sessiz gözyaşlarınızdır. Dünya çoğu zaman kendinizden bile nefret etmenizdir. Küçüktür, sevecendir, şefkatlidir ve de zalimdir. Gün gelir Nesimi’nin derisini yüzer gibi yüzer sizin derinizi de ansızın ve siz kendi Tanrılığınızı ilan etmeden kurtulamazsınız onun çektirdiklerinden. Dünya size dardır amma ve lakin iki cihan bile içinizdeki boşluğu doldurmaya az gelir. Ve Nesimi yattığı yerden size fısıldar, size kendini ve sizi hatırlatır: “Bende sığar iki cihân, ben bu cihâna sığmazam/ Cevher-i lâmekân benim, kevn ü mekâna sığmazam…”

Siz bu dünyada oyalanırken ölüm imdadınıza yetişir ve sizi kurtarır. Ve o gün geldiğinizde ölümün değil yaşarken öldüğünüz anların, yani ölü gibi yaşamanın, daha büyük bir felaket olduğu anlaşılır.

Dünya hem ölebilecek olmanın müthiş bahtiyarlığı ve hem de yine ölümün üstesinden gelememenin dayanılmaz korkusudur aynı zamanda. Birisi doğar, birisi ölür, birisi doğar, birisi ölür, birisi doğar ve artık bir başkası ölmek zorundadır ve başka birisi artık doğmak zorunda kalır. Ve dünya gün geçtikçe doğumun ve hatta ölümün bile zorundalıkların esiri olduğu bir yer halini alır… Ve dünya artık her gün geçtiğiniz yoldan yine geçerken, aynı ekmeği yiyip aynı suyu içerken, aynı kadını ve erkeği severken, her sevişmede artık aynı hazzı alırken, anılarınız bile bir başkasının anılarına öylesine çok benziyorken yaşadıklarınızdır.

Dünya unutmaktır. Birini, bir şeyi, bir aşkı, bir acıyı ve sevinci. Sevinçleri de unutmak ister insan çünkü hiçbir sevinç tek başına yaşanamayacak kadar değersiz değildir. Sevincini birlikte yaşadığı kişi aklına gelir de unutmak ister onu. Sevincinden nefret eder gün gelir. İşte böyle unuttukça daha çok hatırlanacak bin bir anının birikmesidir. Dünya unutmaktır ama unutmak istediğiniz ve sırf bu yüzden, yani unutmak için çabaladığınızdan unutamadığınız, bin bir anının birikmesiyle hatırlamanın kendisi olur dünya. Dünya unutmanın ve hatırlamanın iç içe geçtiği, el ele verdiği anlardır.

Dünya sizden küçüktür aslında. Siz onun içinde değil o sizin içinizde bir andır aslında. Yapıp ettiğiniz, yaşayıp gittiğiniz bir gündür aslında… Ölenle doğan, gelenle giden birdir aslında…

“Ben babamı kucağımda uyuttum/ Kudret sütü ile emzirdim büyüttüm/ Muhkem tutup kalbim evin arattım/ Şimdi gelmiş sultan olmuş obama/ … / Ben obam içinde baki can idim/ İlim idim, nur idim, iman idim/ Cümle evliyaya ben canan idim/ On sekiz bin halkı koydum obama…”

Dünya “Arada bir deliler gibi kavuştuğumuz”... Arada bir gördüğümüz, hissettiğimiz bir şeydir. Dünya, arada birilerinin bizi kendine esir ettiğidir…