Olmak, günümüzde ne kadar da zor. En çok roman okurken fark ediyorum bunu. Roman karakterlerinin o tutarlı, başkalarından onay beklemeksizin var olabilmelerindeki cesareti düşündükçe… Günümüzde geçen bir romandaki karakterlerin ayırt edici özelliği, öncelikle onaylanma ihtiyacı duymaları olurdu muhtemelen. Kişinin gerçekte kim olduğuna dair sorgulamaları, inandığı değerlerin neler olduğu, özsaygısını nelerin sağladığı meselesi, bugün sanırım daha da öne çıkmış durumda. Sosyal medya da bu meseleyi daha da karmaşıklaştırdı.

ONAYLANMA ARZUSU

Peki ama ‘olmak’ neden bu kadar önemli? Olmak denilince ilk akla gelen kişi, varoluşçu düşünür Paul Tillich olsa gerek. ‘Olmak Cesareti’ adlı kitabı, oldukça esin verici bir çalışma. Rollo May başta olmak üzere pek çok düşünürü ve yazarı etkilemişti. Tillich, kitapta Spinoza’dan bahsettiği kısımda, “kendini onaylama” ile “başkalarına duyulan sevgi” arasındaki bağı gösterir, kendimizi onaylamadan başkalarını sevemeyeceğimizi. Olmak, kişinin kendisini onaylamasıdır, ama bu onaylama, Tillich’in yazdığı gibi, bütünüyle olumlamak anlamına gelmez: “Benliğin kendi vardır, ancak aynı zamanda kendisine ulaşmaya çalışır.” Yani kendisini onaylayan benlik, kendisini aşma cesareti gösterebildiği sürece var olabilecektir. Günümüzde ise çoğu kişi kendisini onaylamak için başkalarına ihtiyaç duyuyor. Temel güven duygumuzun gelişmeye başladığı bebeklik döneminde bu onay anlaşılır bir şey, ama sonrasında da sürekli olarak sevildiğimizi, varlığımızın tanındığını ve onaylandığını başkalarından beklemeye devam etmek, bu onay alınamadığında da değersiz hissetmek, kendilik-uyumu ve kendilik-sürekliliğinin bozulmasına neden olabiliyor. O onayı alma arzusuyla insanın kendisinden vazgeçmesi ve başkalarının beğenebileceği birine dönüşme arzusu, pek çok psikolojik meselenin nedenini oluşturuyor.

Nancy McWilliams da, ‘Psikanalitik Tanı’ adlı kitabında, ‘onaylanma ihtiyacı’ ile ‘olmak’ arasındaki ilişkiye değinir ve terapistlerin son yıllarda ağırlıklı olarak bu yeni ‘tip’ rahatsızlıklarla karşılaştığından bahseder: “Bu kişiler, içsel bir yön duygusundan ve destek alabilecekleri, onlara bir yönelim sağlayacak değerlerden yoksundular ve terapiye hayatlarında bir anlam bulmak için geliyorlardı. Yüzeyde oldukça kendinden emin görünseler de, içlerinde kabul edilebilir, beğenilebilir veya değerli olduklarını onlara gös¬terecek sürekli bir onaylanma arayışı içindeydiler.”

YENİ TİP HASTALAR

Freud, teorisini geliştirirken bu yeni tip hastalıklardan haberdar değildi. Hatta Karen Horney de, ABD’de yaşamaya başladıktan sonra, Avrupa’da daha önce görmediği bu yeni ‘tip’ hastalıklarla karşılaştığını yazar, kim olduğundan, ne hissettiğinden ya da ne arzuladığından emin olmayan insanların yaşadığı… Horney, bunun nedeni olarak ortak kültürel değerlerin yokluğunu göstermişti. Farklı kültürlerden gelen insanlar birlikte çalışmak ve yaşamak zorundaydılar ve daha önceki kültürel referansları artık geçerli değildi. Sonradan gelen kuşaklar, bu referans çokluğu ve belirsizliği içinde kalmışlardı. Sonrasında, ABD’de görülen bu durum dünyaya yayıldı ve tüketim toplumu olarak tanımlanan yeni durumun bir sonucu olarak değerlendirildi. ‘Olmak’la ilgili bu sorun, narsisistik açıdan ele alındı ve varoluşçu ya da psikodinamik alanda çalışan terapistlerin geliştirdiği yeni yaklaşımlarla, danışanın kendiliğinin desteklenip onaylandığı teoriler ve terapi modelleri gelişti.

Ama tam da bu noktada, bu defa da ‘olma’nın da yapıldığı, başka bir tür ‘sahte kendilik’ ihtimali ortaya çıktı. Rainer Funk’ın ‘Ben ve Biz’ adlı kitabında bahsettiği bu durum, sanki çok sakinmiş, yüce gönüllüymüş, düşünceliymiş gibi bir ‘olma’ halinin taklit edilerek tersine çevrildiği bir kişilik modeli de yaygınlaştı.

Pandeminin iyice ağırlaştırdığı siyasi, ekonomik ve sosyal krizler yaşanırken, Deleuze’ün bir ihtiyaç olarak dile getirdiği “dünyaya inanma”nın yeni yollarını bulabilmek ve bütün bu krizlere karşı dayanıklı olabilmek için kendimizde ‘olmak cesareti’ni gösterebilmemiz, artık daha da önemli. Olmak, Paul Tillich’in de yazdığı gibi öncelikle bir cesaret. Cesaret ve güven olmaksızın, yaşamı sürdüremez ve dünyayla yeni bağlar kuramayız.