Bu satırlar Klaus’un günlüğünden; toplama kamplarında Doktor Mengele ile birlikte çocuklar üzerinde korkunç deneyler yapmış, cinsel yönden istismar etmiş

“Gece bitmişti. Alışıldığı gibi o sabah yaşları 6 ile 12 arasında değişen bir tren dolusu çocuk getirmişlerdi. Onları kan gruplarına göre ayırmak için sözümona kan analizlerini yapıyorduk. Ama çoğu bulaşıcı hastalık belirtileri gösteriyordu. Onları kolayca eledik. Asistanım onları büyük deri kayışlarla sandalyelere bağladı. Sonra şırıngaya benzin çekip -ki savaş zamanında çok kıt bulunuyordu- uzun bir iğneyle kalplerine sapladım. Bunu yaparken özel hiçbir şey hissetmemiştim. Sonra sebebini anladım. Onların gözlerine hiç bakmamıştım. Beş dakika boyunca devam edebilen o uzun ıstıraplarını izlemekten asla sıkılmıyordum.”

Bu satırlar Klaus’un günlüğünden; toplama kamplarında Doktor Mengele ile birlikte çocuklar üzerinde korkunç deneyler yapmış, cinsel yönden istismar etmiş, öldürmüş bir Nazi... Savaştan sonra Almanya’dan kaçmış, hiçbir şeyden haberi olmayan karısı ve küçük kızıyla sakin bir yaşam sürdürüyor. Aslında Klaus’un sapkınlığı devam ediyor, sadece artık faşizmin koruyucu şemsiyesi altında olmadığından kendini gizlemek zorunda...

Bir gün bir çocuğu öldürdükten sonra kaza geçiriyor, cam ve metalden yapılmış kocaman bir solunum cihazında yaşamaya mahkûm oluyor. Günlüğü gözyaşları içinde okuduğunu gördüğümüz Angelo adlı genç işte bu olaydan sonra hastabakıcı olarak çalışmak üzere çıkageliyor. Çocukluğunda Klaus tarafından istismar edilmiş, bu travmayla sapkınlaşmış, tıpkı İsrail örneğindeki gibi kurbanlıktan katilliğe sıçramış bir genç... Ve sonra, ‘Tras el Cristal’ (Cam Kafeste) adını taşıyan 1987 tarihli bu acayip İspanyol filminde cam kafese mahkûm Klaus’un günlüğünü okumakla başlayıp sinema tarihinin en mide bulandırıcı cinayet sahnelerine doğru ilerleyen dehşetli bir sürece tanıklık ediyoruz.

Bir seri katil öyküsünü toplumsal histeri dönemleriyle, özellikle faşizmin hâkim olduğu dönemlerle ilintilendiren anlatıların farklı bir gücü var. Mesela seri katili 1939-45 arası büyük Avrupa kentlerinden birine yerleştirirsiniz, öykünün yarattığı etki en az iki kat artar. Çünkü cinayetin sıradan olduğu, seri katilin kimliğini benzerleri arasında kolayca gizleyebildiği, hukuk ve adalet gibi kavramların iktidar sahiplerinin arzu ve ideolojilerine göre biçimlendiği kaotik bir zaman dilimidir bu. Seri katil, toplumsal düzeyde bir tür dokunulmazlık elde etmiştir, bu yüzden TV ya da sinemada izlediğimiz örneklerden çok daha ürkütücü hale gelir.

Ama böyle bir anlatının asıl değeri ürkütücülüğünde değil, seri katili ortaya çıkaran nedenlerle soykırım ve katliamları doğuran etkenlerin karşılaştırılarak açıklanması çabasında ortaya çıkar. ‘Tras el Cristal’e benzer biçimde, mesela Çek yazar Pavel Kohout’un işgal altındaki Prag’da geçen romanı ‘Dul Kasabı’ ya da David King’in tarihsel araştırması ‘Death in the City of Light-The Serial Killer of Nazi Occupied Paris’ (Işıklar Şehri’nde Ölüm-Nazi İşgali Altındaki Paris’te Bir Seri Katil) bunun yazınsal alandaki iyi örnekleri arasında yer alıyor.

Ama bu anlatı tekniğini Türkiye gibi ülkelere uyarlamak pek mümkün görünmüyor. Diyelim ki Nisan 1915’te geçen bir seri katil öyküsü anlatmaya niyetlendiniz; eğer toplumsal panorama yeterince iyi çizilirse ortaya fazlasıyla dehşet verici, epey rahatsız edici bir anlatı çıkacağı kesin. Ama bir sorun var: Nisan 1915’te Anadolu’da geçen bir hikâyede seri katil olması hiç de inandırıcı değil! Bugün dahi bu topraklarda film ve dizilerden bildiğimiz türden seri katil çıkabilmesi için gerekli önkoşullar yok; bir toplum sanayi devriminden, burjuva devrimlerinden, bunların sonucu olan rasyonel hukuk sisteminden ne kadar uzaklaşırsa seri katillerden de o kadar uzak oluyor. Bu başta iyi bir şey gibi görünebilir ama böyle toplumların daha fena açmazları var: Seri katliamlar, yani ‘kitlesel seri katillik’ – ülke tarihinin de gösterdiği gibi: 1915, 1938, Çorum, Maraş, Sivas...

Böyle toplumlarda dünya algısı ümmet/cemaat zihniyeti tarafından belirlenen, sürü halinde hareket etmeye hazır kitleler yaşar. Mesela IŞİD teröristleri tek başlarınayken öyle korkunç cinayetler işleyecek insanlar değildir belki, ama bir araya geldiklerinde altına sığındıkları kolektif bilinç şemsiyesi onları gerçek olduğuna inanamayacağınız kadar aşağılık yaratıklara dönüştürür, seri katliam sürülerine...

Bugün bizi ‘seri katliam’la ‘seri katil’ arasında seçim yapmak zorunda bırakmaya dayalı bir vahşi dünya düzeninde yaşıyoruz. Ama neyse ki geçmiş ve gelecek, yaşanmış ve olası tarihsellik bunun böyle olmaması gerektiğinin örnekleriyle dolu. Şimdi tek mesele, bu örnekler üzerinden işleyecek kuramsal ve pratik bir eylemlilik hali yaratabilmekte... Aksi takdirde çok feci öyküler yazılacak, büyük olasılıkla hem kurban hem de katil olarak tanımlanacağımız ‘seri’ anlatılar...