İlki 2013’te yapılan, ardından bir sürü devam filmi gelen The Conjuring/Korku Seansı serisini görünce mide bulantısı hissetmek için birden fazla neden var. Öncelikle, filmde Ed ve Lorraine Warren çiftinin hikâyeleri anlatılıyor ki, bu medyum çift son 50 yılın en büyük istismarcıları listesinde kolayca ilk sıraya yerleşir.

İkincisi, bu hikâyelerde, Salem Cadı Mahkemesi başta olmak üzere, insanların cehalet ve kör inançlarından kaynaklanan pek çok insanlık suçu, sanki haklı ve doğruymuş gibi gösteriliyor.

Kurmaca anlatıların tarihsel olay ve kişiler hakkında belli ölçüde bir özgürlüğü var elbette; gerçeklik iddiasında bulunmadığınız sürece, hayal dünyanızda istediğiniz gibi at koşturabilirsiniz. Örneğin Dusan Makaveyev’in, Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra Kızıl Ordu askerlerini taşıyan trene yetişemediği için Berlin’de kalan Binbaşı Lazutkin’in başına gelenleri anlattığı muhteşem filmi Gorilla Bathes at Noon/Goril Öğlen Yıkanır’da (1993) Lazutkin, Lenin’in hayaletiyle karşılaşır ve kadın-erkek karışımı bu karakterle ilginç diyaloglara girer. Filmin tek bir karesi bile ideolojik ya da tarihsel bir gerçeklik iddiasında bulunmadığı için bu bir sorun yaratmaz. Hatta filmde Kızıl Ordu’nun Berlin’e girişini gösteren çok sayıda tarihsel görüntü de vardır, ama film bir fantezi olduğunu, kişisel bir tarih yorumu içerdiğini sürekli ve bariz biçimde vurgulamaktadır.

Oysa Warren çiftinin çok satan ‘anı’ kitaplarından ve “gerçek bir olaydan uyarlanmıştır” ifadesiyle perdeye aktarıldığı için bu korku filmleri açıkça bir gerçeklik iddiasında bulunuyor. Böyle olunca da, örneğin serinin ilk filminde Lorraine Warren, ‘hortlaklı ev’in sırrını şöyle açıklayabiliyor: “Bathsheba adlı bu kadın, Mary Town Esty ile akrabaymış. O da Salem’de cadılıkla suçlananlardanmış. Yargılama sonucunda asılmış. Bathsheba Jedson ile evlendikten sonra bebekleri olmuş. Doğumdan yedi gün sonra Jedson kadını şöminenin önünde bebeği kurban ederken yakalamış. Bathsheba iskelenin yanındaki ağacın oraya gitmiş, yukarı tırmanıp şeytana olan sevgisini dile getirmiş ve arazisini kim ele geçirmeye çalışırsa lanetleyeceğini söyledikten sonra kendini asmış.”

***

Salem Cadı Mahkemesi, Massachusetts’in Salem kasabasında Şubat 1692-Mayıs 1693 arası 15 ay boyunca yaşanan korkunç bir akıl tutulması örneğiydi. Ergenlik döneminin bunalımlarıyla boğuşan iki kız çocuğunun heyecanlı davranışlarının Barbados’tan köle olarak Amerika’ya getirilmiş Tituba adlı zavallı kızın cadılık yaptığı iddialarına bağlanmasıyla başlamış, cadı olduğu söylenen 19 kişinin asılmasıyla sona ermişti. Gerçeklikle ilgisi bulunmayan suçlamalarla ilgili olarak kullandığımız ‘cadı avı’ terimi de Salem’den kalmadır.

Kız çocukları erkeklerin dinsel iktidarını rahatsız edecek biçimde davrandığı için insanların öldürülmesi açıkça bir insanlık suçudur. Bu trajik yargı oyunundaki suçlamaları doğruymuş gibi sunmak da en az Salem Mahkemesi kadar büyük bir alçaklık örneğidir. Warren çiftinin yaptığı, çoksatar kitaplarında, TV programlarında vs. arkalarına Vatikan’ı da alarak bu alçaklığı yeniden üretmektir. Türünün iyi örneği olan bu filmleri işte bu yüzden mide bulandırıcı buluyorum.

Bu bulantı meselesini, piyasaya yine “şeytanlar ve cadılar gerçek!” söylemi içeren filmler düştüğü için paylaşmak istedim. Bunlardan Kuzey İrlanda yapımı Mandrake’te (Adamotu) günümüz dünyasında bir cadının oğluyla birlikte giriştiği korkunç işler anlatılıyor. Hatta filmin bir sahnesinde kasaba halkı toplanıp, tıpkı ortaçağ öykülerindeki gibi cadıyı öldürmeye gidiyorlar. Ve cadının oğlunun asılmasıyla sonuçlanan bu linç eylemi, seyirciye eleştirel bir bakış açısıyla değil, “Oh, iyi oldu!” dedirtecek biçimde sahneleniyor.

Bunların tam karşıtı filmler de yapılıyor tabii; 2022 yapımı Deus mesela… (DİKKAT: yazının bundan sonrasında Deus filmi hakkında epey ‘spoiler’ var)

Uzak gelecekte, Mars yörüngesinde kimliği belirsiz devasa bir küre ortaya çıkar. Beş kişilik bir ekip bu küreyi ve dünya için anlamını çözmek üzere yola düşer. Gemi küreye yaklaştığında, kesintisiz biçimde devam eden bir sözcük içeren bir mesaj alırlar: Deus (Latince ‘tanrı’) Bu küre, tanrının temsilcisidir ve kıyameti gerçekleştirmek için gelmiştir. Kürenin üstünde devasa bir geçit vardır. Benzer versiyonları dünyada da açılan bu geçitten geçenler tanrının inayetiyle cennete ulaşacak, girmeyi reddedenler ise kıyameti tüm dehşetiyle yaşayıp cehenneme gidecektir.

Ama sonra öğreniriz ki, bu küre ve tanrı hikâyesi, teknoloji devi zenginler tarafından uydurulmuştur. Amaçları, nüfusu 21 milyara dayanmış dünyada, girenleri anında öldürecek bir mekanizma olan ‘cennete açılan kapı’yla kıyım gerçekleştirip insanların sayısını 5-6 milyara indirmek, böylece dünyayı belli bir azınlık için yeniden yaşanır bir yere dönüştürmektir.

İşin kötüsü, hikâyesi dünyanın gerçekte nasıl işlediğini anlatmasına rağmen Deus’un dramatik yapısı o kadar zayıf kurulmuş ki, Korku Seansı saçmalığının yarısı kadar bile iyi bir film olamıyor. Bu da Hollywood yapım mekanizmasının yol açtığı bir kıyamet aslında…