Bir köpeğimiz vardı. Kışın kurda, yazın yabancılara karşı korurdu bizi, hem hayvanları hem insanları. Loğo adlı bu köpeğe bu tuhaf isim kim tarafından, hangi maksatla verilmişti, bilinmiyor. Loğo’nun manasını bilen de yok. Kırmızı parlak tüylü bu güçlü köpek, üç beş komdan oluşan fakir köye uzun yıllar bekçilik etti; çocukların oyun arkadaşı, büyüklerin sadık yoldaşı... Günü geldi, kaçınılmaz olarak yaşlandı tabii, doğaya karşı gelinmez, fazla gururlu bir köpekti. Köyün dışında, sımsıkı ağaçlarla bezeli meşe ormanına gitti, günlerce orada bir şeyi bekledi, akşamları yavaş yavaş ve yorgun köye döndü, sonra bir sabah ormana girdi ve bir daha dönmedi; otta, böcekte, yaprakta, topraktaydı, havladığı dağda yankısı, uçurumda gölgesi vardı, yüce Loğo ölmüştü.

Loğo’nun hikâyesi tüm gururlu hayvanlar için geçerlidir. Atlar çok asil hayvanlardır, köylünün yükünü çeken basit ve koca gözlü katırlar da. Bazı masalsı göçmen kuşlar da. Kargalar bile. Bu emekçi ve güzel hayvanlar ölüm vaktinin gelip çattığını bazen dökülen tüylerden, düşen kanatlardan, gagada gittikçe azalan seslerden, çevredeki dönen renklerden, karmakarışık kokulardan, tersine esen rüzgârlardan anlarlar. Kendi aralarında hayvanca adlı bir dille konuşur, zamanı geldiğinde çekip giderler, kuşkusuz iyi bildikleri bir yerlere.

Bütün insanlar, henüz çocukken ya da gençliğe tam geçmek üzereyken, düşünerek veya birdenbire sormuştur annelerine, “Anne, insan öldü mü hiç geri gelmiyor mu, peki ama nereye gidiyor.” Anneler zorlanmışlardır her daim, canlı kanlı, tepeden tırnağa kahkaha insan, gerçekten ölürken nereye gider, peki bu gidiş kalbi sevgi dolu bir çocuğa nasıl anlatılır.

Gelmiş ve gelecek herhalde en büyük öğrenci lideriydi, yakışıklılığı, uzun boyu, hep buğulu gözleri, hakkında anlatılanlar, yazılanlar, ardından söylenenler bitimsizdi, her 6 Mayıs’ta hâlâ en kitlesel, en saygılı, en hüzünlü anılandır. Mahkeme, karar, temyiz derken, darbeciler asılmasını şart koşunca, ölüm menziline girince henüz yirmi dört yaşında, iç ve dış kampanyalar da para etmeyince, üstünde yeşil parkasıyla geceyarısı dönüp avukatı Halit Çelenk’e, “Arkadaşım Taylan Özgür’ün yanına gideyim” diye konuşmuştu. Oraya değil, halkın kalbine gitti Deniz Gezmiş.

Bir süredir direnişleriyle siyasal mücadeleler tarihinde başka bir sayfa açan Nuriye ve Semih, zorbalıkla çıkarıldıkları işlerine geri dönmek istiyorlar. Sıcak bir somunu elleriyle bölüp, beyaz peynir ve yeşil domatesle doymak istiyorlar, işini kaybetmiş yüzbinler adına iki kişi, genç iki yürek yüz dört gündür direnişte. Eğer aniden, Sincan’da dört duvar ortasında, ışıksız ve sessiz bir izbe hücrede iken, hiç zamanı değilken, tam maviye durmak, suları içmek zamanı iken, -insanın dili de varmıyor söylemeye ama- durursa insanlık için çarpan kalpleri, herhalde direnenlerin yanına gitmek isterler. Deniz gibi, Ali İsmail gibi halkın kalbine gömülürler.

Pus, sisli hava, aniden bastıran yağmurlar, sabah buz gibi öğleden sonra pastırma sıcakları, havalar delirmiş halde, bir türlü bitmiyor, sona ermiyor kış, nisan en geç mayıs dediydin mi çekilip giderdi neşeli kuş cıvıltıları eşliğinde. Halbuki baharı görmeden yazı yaşıyoruz, tenimize yapışık havalarla, yaz da ortalandı ama bir türlü açmadı güneş, ısınmadı sokaklar, parklar yeşillenmedi, sade bu yıl mı, on beş yıldır bir türlü bitmedi bu karanlık, artan boğuculuk.

Nuriye ve Semih’i yüz dört gün aç bırakan, bir kolu olmayan Veli’nin üstüne her gün tam bin polis birden sürüp gaz, su, plastik mermi sıkan, yüz binlerce adsızı açlığa ve sivil ölüme mahkûm eden, pasif bir adalet yürüyüşünü engellemek için her tür provokasyonu yapacak olan, yandaş şirketi yetmiş kat daha semirtmek için yirmilik askerlere bayat yemek verip gözönünde öldürten, tüm hapishaneleri dolmuş, çocuğa, gazeteciye, öğrenciye, tweet atana bile düşman, aslında tüm ömrünü çoktan tüketmiş olan, on beş yaşındaki bu köhne, bu karanlık rejim nereye gömülmek ister.

Kuş ötmez üstünde, böcek öpmez, bir parça gölge adına yaprak sarkmaz başına bile, milyon yaşındaki şefkatli dolgun toprak kabul etmez onu. Bilboardlarda yazılanlar, meydanlara, köprülere asılanlar kaybolur, ne meydanlarda bir yankı ne dağda bir gölge, iyi ya da kötü küçücük bir hatıra bile kalmaz geride.