Balıkçılar Kahvesi’nde Saim Abi’yle sessizce oturuyoruz. Radyodan haberleri dinlerken, bozbulanık gökyüzünü ve denizde dalgaların kabarışını izliyoruz. Saim Abi pek konuşmaz, oğlunu denize verdiğinden beri sessizlik yemini etmişçesine susar. İki bin yaşında olduğunu düşünürüm. Jung, kolektif bilinçdışını tarif ederken, her insanın içinde iki bin yaşında bilge biri olduğunu söyler ya, Saim Abi’ninki çıkmış içinden.

Radyodaki haberde Afrin’den, savaştan, zamlardan, Anayasa Mahkemesi’nden bahsediliyor, biz uzaklara bakıyoruz. Radyo da kim bilir ne zamandan kalma, antika bir şey. Saim Abi birden “Ölmüş bu ülke” diye mırıldanıyor. Şaşkın bir halde “Ne ölmüş Saim Abi?” diyorum. Osman Abi de nasıl duyduysa mırıltıyı, çay ocağından sesleniyor: “Kim ölmüş, kim?” Saim Abi hiç oralı olmuyor, sanki az evvel konuşan o değil. Osman Abi, bırakmıyor meselenin peşini, yanımıza gelip soruyor: “Kim ölmüş Saim?” “Ülke dedi galiba” diyorum. “Ha” deyip, elindeki bardağı kurulayarak ocağa dönüyor Osman Abi, duyduğu şey anlaşılan ilgisini çekmemiş. Radyoda hava durumuna geçiliyor artık, kar yağışı ertelenmiş, kar yerine yağmur yağacak... Osman Abi, “Teknoloji o kadar gelişti, hâlâ tutturamıyorlar hava tahminlerini” diyor, gülüyor…

Saim Abi belki bir şey daha söyler diye beklerken, defterimi çıkarıp ölmek üzere olan bir ülkenin nasıl hayata döndürülebileceğine dair hayallere dalıyorum. Hayat öpücüğünün yerine ne geçebilir, söz konusu ülke olunca? Hayat öpücüğü olarak fikir… Nerede okuduğumu şimdi hatırlamıyorum, “bir ülke öncelikle bir fikirdir” diye bir şey kalmış aklımda. Ölen ülke değil, fikir… İngiltere bir fikirdir, Küba bir fikir… Peki ya Suriye?.. Türkiye, şimdi nasıl bir fikir? Pessoa, “Huzursuzluğun Kitabı”na, “Biz aslında insanları sevmeyiz. Sevdiğimiz, bir insan hakkında oluşturduğumuz fikirdir” diye yazmıştı. Edebiyat ve sanat, tam da bu yüzden insanların ve ülkelerin kaderini belirlemez mi? Kracauer’ın “Kitle Süsü”nde fikirleri insanlardan bağımsız canlı varlıklar olarak hayal edişi geliyor aklıma. Kracauer, hakkı tam olarak teslim edilmiş bir düşünür değil maalesef. Yakın arkadaşı Walter Benjamin de onun gibi Amerika’ya kaçabilseydi, birlikte neler yaparlardı acaba?

Kracauer, “Varlığı tehlikede olduğu sürece bir grup, doğal olarak sırf ona can veren bir fikir uğruna yaşar” diye yazmıştı. “Can veren fikir…” Ama bir fikri tam olarak tehlikeli yapan şey de uğruna yaşanıyor olması değil mi? Fikir dediğimiz şey, el konulan bir şeydir çünkü. Atom bombası da bir fikirdi.

Kracauer, hâkimiyeti elde eden grubun “fikir”i ele geçirdikten sonra eskisi gibi özen göstermese de onu asla bırakmadığını yazmıştı. Elinde tuttuğu fikri, bir örtü gibi kullanabilir kendi pis işleri için, kendisinden şüphe etmekten ya da kendisinden şüphe edilmesinden korur ve başka fikirlerle o örtü altında ittifaklar yapar. Kapitalistleri, korsanlara benzetir bu açıdan Kracauer, fikirleri sadece kendi amaçları için kılıf olarak kullanan: “Bu gruplar, tıpkı gerçek korsanlar gibi, amaçlarına en iyi hizmet edecek fikri gasp eder ve deyim yerindeyse, bindikleri arabaya çekici olarak koşarlar. Örneğin, kapitalist çıkar grupları bireyci kültürü destekler, kolonyal açlık çeken devletler ‘uygarlık savunucusu’ kesilir, iktidar ve nüfuz peşinde koşan partiler dolaşımdaki herhangi bir ideale el koyar…” Uygarlık savunucusu kesilen ABD’yi ve Batı ülkelerini biliyoruz ve Türkiye’de iktidarın her an herhangi bir ideale nasıl el koyduğunu… Bu el koyma diyor Kracauer, ideali ideolojiye dönüştürür hemen, fikri hapsedip dayatır. Artık fikir ve grup aynı şeydir, gerçekliğin içine düşene kadar birlikte uçarlar.

Saim Abi’nin iki bin yaşında bir bilge olduğunu düşünürüm. Kendisini hiç kitap okurken görmedim, ama saatlerce gözünü ayırmadan denize bakışı da bir okuma… Radyoda Neşet Ertaş’tan “Ah Yalan Dünya” çalarken, başından hiç çıkarmadığı kasketini çıkarıyor Saim Abi… Kim bilir ne düşünüyor o an… Yazıma son bir cümle düşünüyorum, “Hayat bir fikirdir” diye yazıyorum sonra.