Ölü bir adamın cebindeki şiir

SEMİHA DURAK

Kolombiya denildiğinde akla gelen, uluslararası uyuşturucu ticareti, kartel savaşları, faili meçhul cinayetler ve paramiliter örgütlenmelerle tanımlanan bir ülke oluyor. Narcos dizisinin de katkısıyla, ülkenin ikinci büyük şehri olan Medellin, Pablo Escobar’ın karanlık gölgesinin düştüğü, tehlikeli bir şehir olarak zihnimizde kalıyor. 70’li ve 80’li yıllardan şimdiki zamana dek uzanan bütün o kötücül, karanlık ve karmaşık dokusuna rağmen, bu uzak ülkede de gelecek güzel günler için umutlanan, hayal kuran, inatla mücadele eden iyi insanların da var olduğu unutuluyor.

Aylar sonra biraz olsun “normal” bir hayata döndüğümü sandığım sinema salonunda, Memories of My Father (Babamın Anıları) filmi sayesinde o iyi insanlardan biriyle, Doktor Héctor Abad Gómez ile tanıştım. Maskemin içine biriken gözyaşlarımla izlediğim filmin ardından, Londra’nın boş ve karanlık sokaklarında yürürken, Héctor Abad’ı ve onun görkemli hayat hikâyesini, boğazımda bir düğüm ve göğsümde bir ağırlıkla, gün geçtikçe daha da anlamsız görünen şimdiki zamana taşıdım.

Memories of My Father, babasıyla aynı adı taşıyan Kolombiyalı yazar Héctor Abad’ın kaleme aldığı Oblivion’un (Unutulma) beyaz perde uyarlaması. Yazar, kitabı çocukluğunun en büyük kahramanı olan babasının unutulmasına engel olmak için yazmış olsa da yazmanın kendisi için başka bir anlam daha taşıdığını; “unutmanın ve affetmenin tek yolunun anlatmaktan başka bir şey olmadığını keşfettiğini” söylemiş. Babasının kanlar içinde, yerde cansız yatan bedeninin yanı başında annesi ve kız kardeşleriyle oturup nöbet tuttukları sahneyi hatırlıyorum bunu okuyunca. Unutmakla unutmamak arasında acının çizdiği ince bir çizgi, dayanması zor bir an beyaz perdeye yansıyan. “Babamdan, katillerin nasıl yapılacağını bilmediği bir şey öğrendim; yalanlardan çok daha uzun bir ömre sahip olan gerçekleri anlatmak için kelimeleri kullanmak” diyerek yazmış, anlatmış babasını. Héctor Abad Gómez’in o muhteşem hayat hikâyesini.

Patriarkal bir toplumda, oğluna şefkatle sarılıp kucaklamaktan sakınmayan, yeterince katı bir ebeveyn olmadığı için eleştirildiğinde, “hayat çocuklar için zaten bu kadar zorken neden daha fazla zorlaştıralım” diyen bir baba Héctor Abad. Dünyadaki en büyük salgının yoksulluk olduğunu söyleyen ve doktorların görevinin, toplumu her anlamda iyileştirmek olduğunu savunan bir doktor. Medellin’in yoksul halkına iyi hijyen koşulları ve sağlık hizmetleri sağlamak için uğraşan bir üniversite profesörü. Beş temel insan hakkı dediği hava, su, yiyecek, barınak ve şefkatin herkes tarafından ulaşılabilir olması için mücadele eden insan hakları savunucusu.

Filmde “hali vakti yerinde” olan doktorun, temiz su çalışması ve halkın aşılandırılması gibi meseleler nedeniyle gecekondu mahallelerine gittiğine ve yerel halkla ilişkisinin gücüne tanıklık ediyoruz. Gıda ve temiz suya erişim hakkının evrensel olduğunu söylüyor. Sadece bu yüzden bile ülkedeki sağcıların evinin duvarına “komünist” yazdığı; görev yaptığı üniversitede ise şiddet karşıtı görüşleri yüzünden kapısına “faşist profesör” yazılan bir solcu Héctor Abad. Konuşmacı olduğu bir toplantıda, ona sağcı mı yoksa solcu mu olduğu sorulduğunda, insan anatomisini çok iyi bildiğini söyleyerek başlıyor soruyu yanıtlamaya ve şöyle devam ediyor; “Duygularımın olduğu kalbim solda; kin, nefret ve kızgınlıklarımı taşıyan safra kesem ise sağdadır.”

Filmin İspanyolca olan orijinal adı, Arjantinli şair Jorge Luis Borges’in “Zaten unutulacak olan biziz ...” dizesiyle başlayan sonesinden geliyor. 1987 yılının Ağustos ayında Medellin’de bir sokakta paramiliter tetikçiler tarafından vurularak öldürüldüğünde, Héctor Abad’ın kanlar içinde kalmış ceketinin cebinden çıkıyor bu şiir. Pablo Escobar’ı bu kadar iyi tanıyan dünyanın, Héctor Abad Gómez’in varlığından bihaber olduğunu düşününce, bu dizenin taşıdığı anlam daha da büyüyor. Şiiri cebine koyarken başına neler geleceğini sanki bilirmiş gibi, “zaten unutulacak olan biziz.” diyen Borges değil de Héctor Abad’mış gibi.

Héctor’un cebinden şiirle birlikte, kendi isminin de yer aldığı bir “ölüm listesi” çıkıyor. Öldürüleceğini bilerek yaşayanlardan Héctor. Ölümünden kısa süre önce söyledikleri, yazdıkları, savundukları yüzünden üniversiteden erkenden emekli edilince, evinin bahçesinde gül yetiştirmeye başlıyor. Filmde, oğluyla güllerinin önünde sohbet ettikleri sahne aklımda kalmış. Ruhunda her daim başkaldıran o isyancının asla ölmediğini ve hayatı boyunca yalnızca güllerinin önünde diz çökeceğini söylüyor oğluna.

Yaşamının son yıllarında -gül yetiştiriciliğinin yanı sıra- insan hakları komitesinin başkanlığını yapıyor ve hükümet yetkililerine, ordudaki generallere, mafya liderlerine durmadan yazarak işkenceleri, işlenen cinayetleri isimler vererek eleştirmekten geri durmuyor. Ölümden sonra hayata değil, ölümden önce yaşama ve bu yaşam hakkına yoksulların da sahip olduğunu söylediği için kilise tarafından da pek sevilmiyor haliyle.

Kilisenin sevgisinden yoksun kalmak Héctor’un pek önemseyeceği bir şey değil. Oğlunun çocukluk yıllarına dair anılarının anlatıldığı sahnelerden birinde, tanrıyla arasının iyi olmadığını bildiği babasıyla cehenneme gitmek isteyecek kadar çok seven bir çocuğu izliyoruz. Bütün renkleriyle hatırladığı çocukluk anılarına babasının karakterini özetleyen bir dolu olayı kaydetmiş. Medellin’deki çocuk hastanesine birlikte yaptıkları ziyarette, her çocuğun başucunda duran babası, “bu çocuğun nesi var?” diye sorduktan sonra, sorusuna yine kendisi cevap veriyor; “Açlık. Sorun açlıktan başka bir şey değil. Yumurta ve bir bardak süt, bu çocukların burada olmasını engellemek için yeterli.”

Héctor’u anlatan kaynaklarda, Medellin halkı tarafından çok sevildiği ve yaklaşmakta olan belediye seçimlerinde en güçlü adaylardan biri olduğu söyleniyor. Sıcak, insancıl, cömert ve şakacı bir insan olarak beyaz perdeye yansıyan görüntüsüyle tanıdığım Héctor Abad’ın yaşadığı şehrin halkı tarafından sevilmesine şaşırmıyorum. Yine aynı nedenlerle öldürülmesine de. Sanırım en çok da bu acıtıyor; bu durumun bu kadar kanıksanmış olması. Silinmeyen bir yazgıymış ve kaçınılmazmış gibi beklenen sonlara; yalnızca güllerin önünde diz çöken, cesur ve iyi insanların peşini bırakmayan karanlıklara alışmış olmak acı veriyor.

Ölü bir adamın cebindeki şiirin neden çelik bir zırh gibi güçlenerek onun hayatını koruyamadığını düşünüyorum filmin ardından. Gerektiğinde kurşundan da ağır olabilen kelimelerin ve insanlığa cömertçe sunulmuş sevginin, kötülükler karşısında neden her defasında yenildiğini soruyorum. Maskemin içindeki gözyaşlarımın, sol yanımda taşıdığım kalbime çöken o korkunç ağırlığın nedeni bu.

Yeryüzünün bütün hikâyeleri ne kadar da benziyor birbirine. Sessizce bakıyoruz yenilgilerin ardından. Şiirler yaralı, sözcükler kırılgan, hayaller kayıp. Ama vazgeçmeden yaşamak değil mi hayatın, var olmanın sırrı? Durmadan kendini tekrar eden saçmalıklar, kötülükler ve acılarla dolu günlere rağmen devam etmek, direnmek…

Héctor’un hikâyesini öğrenince daha çok merak ediyorum Kolombiya’yı, orada neler olduğunu. Bize anlatılmayan, hiç tanımadığımız o iyi insanları, şimdi, tam şu anda sokaklarda başkaldıran Kolombiya halkını düşünüyorum. Hiç de az değil sayıları. O inatçı iyimserliğime sarılıyorum yeniden.

Nisanın yirmi sekizinden beridir devam eden genel grevle, Direniş hareketinin yeni bir ivme kazandığı ve ülke çapında büyük bir ayaklanmaya dönüştüğü yazıyor bazı gazetelerde. Gerçek rakamlar bilinmese de ölenlerin sayısının şimdiden yüzü aştığı söyleniyor. Ölümden önce yaşam hakkını savundukları için öldürülen insanlar yatıyor sokaklarda, kanlar içinde yine.

Ama vazgeçmiyor sokaktakiler. “Sonu nereye gider bilinmez ama geri dönüşü olmayan bir yola çıktık” diyorlar. Ninis olarak adlandırılan eğitimsiz ve iş umudu olmayan gençlerin barikatlarda en ön saflarda yerini aldığı söyleniyor. Aileleriyle beraber nüfusun yarısını oluşturan bu işsiz gençler, öldürücü polis şiddetine nasıl böyle korkusuzca direndikleri sorulduğunda şöyle yanıt vermişler; ‹Geleceğimiz yok, çünkü bizden her şeyimizi aldılar. Korkuyu bile.”

Héctor öldüğünde cebinde bulunan şiiri yazan Borges’in en sevdiği imgelerden biri olan labirentin, içinden nasıl çıkılacağını bilemediğimiz bu korku dolu, karmaşık çağa yakıştığını düşünüyorum. Ama bütün o karmaşık yapısına ve kaybolmuşluk hissine neden olan uçsuz bucaksız derinliklerine rağmen labirentlerden korkmanın yersiz olduğunu söylüyor Borges. Çünkü, ona göre labirent denilen şey “insan elinden çıkma tasarımdan başka bir şey değildir, bu da başka bir insanın o kodu kırma olasılığının her zaman olduğu anlamına gelir.”