Sonbaharda hüzün, en güzel sokaklarda yaşanır, özellikle güneş battıktan sonra. Kış gelene kadar eve giresim pek olmaz bu yüzden.

 
Bu gezintilerim sırasında, ara sokaklardan birinde eski bir dostumla, Sanskrit Sadri’yle karşılaştım. Ona “Sanskrit” dememizin sebebi, Sanskritçe öğrenmeyi kafaya takmış olmasıydı. Öğrenmişti de o dili. Hindistan’a filan gittiğini hatırlıyorum. Neden öğrenmek istediği, metafizik bir mesele. Sadri benimle izbe bir sokakta karşılaşmış olmasının rastlantı olamayacağını söyledi, çünkü özel bir davete, Hintli bir sinemacının dünyanın değişik yerlerinde gizlice gösterdiği bir filmin gösterimine gidiyordu. Onunla filmi izlemem konusunda çok ısrar edince, hem yapacak daha iyi bir işim olmadığı, hem de filmi merak ettiğim için kabul ettim teklifini. Çok aşağılara, yıkık dökük binaların bulunduğu sokakları geçerek filmi izleyeceğimiz yere vardık. Eskiden karate ve seks filmlerinin gösterildiği “üç film birden” sinemalarından birine benziyordu vardığımız yer.
 
Kapıda bizi eski usul yer gösterici kıyafeti giymiş iri yarı bir adam karşıladı. Sadri’de sadece bir tane bilet olduğu için, adamı ikna etmemiz biraz vakit aldı. Ama yerimize geçip, ışıklar da sönünce, hayatım boyunca unutamayacağım bir filmi izlemek üzere olduğumu hissetmiştim.
 
Nasıl başladı film, tahmin edin. Recep Tayyip Erdoğan’ı andıran bir politikacı, arkasında 2023 yazan bir afişin önünde konuşuyordu. Size filmle ilgili daha fazla ayrıntı veremeyeceğim maalesef. Böyle bir filmin varlığından sizleri haberdar etmem bile, o Hintli sinemacının isteyeceği bir şey değil çünkü. Sizi meraklandırdığımın farkındayım. Madem gördüklerinden bahsetmeyeceksin, ne diye böyle bir filmin varlığından haberdar ediyorsun diye kızabilirsiniz. Öncelikle filmin alışık olduğumuz biçimde bir kurgusu yok, daha çok Tarkovski’nin filmlerindeki gibi şiirsel bir perspektifle anlatıyor geleceğimizi yönetmen, kahve falı bakıyormuşçasına. Ben size o filmin bende uyandırdığı duygu ve düşüncelerden bahsedebilirim ancak. Belki siz de bir gün o özel gösterimlerden birine denk gelirsiniz, kim bilir…
 
Öncelikle film, sürekli olarak kandırıldığımız üzerinde duruyor. Geleceğimizi şekillendiren kandırma ritüellerinden bahsediyor. Gazetelerin, televizyonların pek çoğu bu kandırmacanın içinde. Şimdi fark etmiyoruz ama her şey hızla kötüye doğru gidiyor. Mesela açlık grevleri sona erdi diye, köşe yazarları iyimser yazılar yazmaya başladı ya, siz onlara kulak asmayın. Böyle devam ederse, 2023’te bile Kürt sorunu çözülemiyor. Yükselen gökdelenleri, yolları tıka basa dolduran otomobilleri gösterip geliştiğimizi söyleyen politikacıların tam tersini görüyor Hintli yönetmen: Sefalet… Hem de korkunç bir sefalet görüyor. Ama filmde, çoğunluk sefalet içinde yaşadığının farkında değil, şimdi olduğu gibi. Çünkü hakikatleri öldürmek konusunda uzmanlaşmış iktidar mekanizmalarıyla kuşatılmışız. Ve Nietzsche’nin dediği gibi, öldürülen her hakikat zehir saçar. Nasıl savaş uçakları, roketler insanları öldürüyorsa, hakikatleri öldürmek için de yeni stratejiler geliştiriyorlar ve ölen her hakikatin yaydığı zehir, öncelikle sizin kendinize bakışınızı bozar. Kendini göremeyen biri nasıl görür etrafını saran sefaleti? Görmüyoruz, yeterince görmüyoruz ve yavaş yavaş büyüyor sefalet gökdelenlerin arkasında. Sokak, geçip gittiğimiz yer sadece, vapurun güvertesinden sadece güzel bir manzaraya bakıyoruz, çünkü görmek istediğimiz şey güzel bir manzara.
 
Ama izlediğim filmde, o güzel manzarayı da bir süre sonra görmeyi unutuyordu insanlar. Öldürülen hakikatlerin zehiri, insanda bir süre sonra sapıkça dürtülerin oluşmasına neden oluyordu. Ve o dürtüler ahlakçı bir maskenin, yüksek ideallerin arkasına gizlenerek gelişiyordu. En son açlık grevleri yaşanırken tanık olmadık mı, politikacılardan sıradan insanlara kadar o vicdansız dile. Sivas’ta ya da Uludere’de yaşanan katliamları bile ortak bir akıl ve vicdanla değerlendirmekten yoksunuz hâlâ…
 
Öncelikle, siyasal sorunların uzmanlar tarafından çözülecek teknik meseleler olmadığını kavramak gerekiyor artık. Açlık grevlerinin sona ermesinin ardından, Başbakan’a ya da BDP’ye akıl verme yarışına girdi pek çok gazeteci, köşe yazarı, aydın… Sanılıyor ki, sadece iki taraf ve onların temsilcileri uzlaşırsa bütün meseleler hallolur. İzlediğim filmde, hallolmuyordu. Uzlaşmanın liberalizmin bize dayattığı bir şey olduğunu gösteriyordu film. Uzlaşma ile ortak akıl aynı şey değil çünkü. Her uzlaşma çatışmanın varlığını içten içe sürdürür, sonlandırmaz. Ve ortak akıl, ancak hakikatlerle, öldürülmemiş hakikatlerle mümkün olabilir ki, geleceğimizi sefaletten kurtaracak olan da o hakikatlerden başka bir şey değil…