Ölü kayyum

ONUR BEHRAMOĞLU / @onurbehramoglu

“20 Şubat 1984
Ölü kayyum.
Vapurda geldi. Sabah. Besbelli şiire girecek.
Niye kayyum?

Belki sadece parti ve sendika mallarının değil, tüm yaşamımızın kayyum denetiminde bulunmasından. Ama bu yorum, dize’nin öncesinde yer almıyor. Çünkü böyle bir şey düşünmedim hiç. Ya da bilinçle düşünmedim. Şu sıra okuduğum şiirlerde de bir kayyum sözcüğü falan geçmediğine göre, sözcük, çok önceden, güncel tarih içinde kullanıldığında yerleşmiş bilinçaltıma. Sonra, bir pusu sabahta: pat. Sesi duyuyor insan. Beyninin içinde. Bir maytap gibi.

Yazılıp yayımlandığında okur bilemeyecek elbet: Kimi zaman anlamsal öğe değildi başlangıçtaki, herhangi bir imge de değildi. Sesti sadece: Kayyum.”

Şairin yazgısıdır, sesleri-karşı sesleri kimseler duymazken duymak, sarsılmak onlarla, sarsmak. Ülkemizdeki gibi ruhsal iktidarsız kalabalıklarda, manen duyarsızlaşmış körler sağırlar yığınında bir sanatçının, hele bir şairin, gerçeği başkalarına duyurabilmek uğruna çektiği acıların yankı bulması beklenemez elbet. İşte bugünlerde iktidardan yana olmayan her kuruma atanan kayyumlar ve işte bundan otuz iki yıl önce ölü kayyumdan, tüm yaşamımızın kayyum denetiminde bulunmasından söz eden bilge: Ahmet Oktay.

“Şimdilerde herkes gibi tiyatrocular da önce gişeyi, sonra da vatanı kurtarmayı öngörü­

yor, tiyatroyu değil” demişti, herkes gibi çoğu tiyatrocu da umursamadı. Umursayan bir avuç insanın emeklerine sahip çıkıp alkışlarımızla onları yüreklendirmekte bizim de eksiklerimiz olmuştur; belki biz de popülerin tuzağına düşmüş, en çok görüneni en değerli sayma yanlışında boğulmaktayız, düşünelim bunu.

“Çünkü toplumsal bir araştırma değil mi roman önünde sonunda? Bir ‘bozulma’nın araştırılması. Hâlâ bir sapkınlık ya da düşkünlük belirtisi sayılıyorsa da entelektüellik, yeni bir şeyler söylemenin de entelektüel birikim olmadan yolu yok. Yalnızca edebiyatla kendini sınırlayan Türk yazarı da bu yüzden yeni bir gözlük edinemiyor” demişti Ahmet Oktay, pek üzerinde durulmadı. Eğlendiren-unutturan-uyuşturanlar, araştıran-sorgulayan-huzursuz edenlere yeğlendi. Entelektüel birikimin satış kaygılarına kurban edildiği, “aşk meşk gibi light şeyler yazsana” cümlelerinin utanıp sıkılmaksızın kurulduğu, rakamlar-istatistikler-pazarlama stratejileriyle sahici, derin, nitelikli olanın hor görüldüğü dönemlere gelindi. Yalnızca edebiyatla kendini sınırlayan yazarın yerini evrenbilimden müziğe, arkeolojiden sinemaya, felsefeden resme uzanacak çok yönlü, çok boyutlu Rönesans insanı da alamadı.

“Zaman duygusu ve tarih bilinci; bir de imgelem: Bunlara güvenmek zorunda şair. Ama beğenilmeyi, çok okunmayı bir yana bırakması gerekli. Solcu şair siyaseten reddediyor ama bu yaşamın içinde kalıyor. Bu konumu aşmak, toplumu yaşamın içinden dinamitlemek gerekiyor” demişti, henüz dinamit sesi duyanımız olmadı, dinamitleyen olduysa da. Toplumu yaşamın içinde dinamitleme çabasındaki şair değil, yaşamda ve sosyal medyada dinamitliyormuş gibi fiyakalı poz veren okundu, övüldü, desteklendi.

“Marksizmin felsefi boyutunun, yani insanın dönüştürülmesinin amaç olarak terk edilmesi, siyasal ve ideolojik baskının tercih edilmesi yozlaşmanın temel nedeni olarak belirmiş bulunuyor. Lenin “en iyi okuldur yenilgi yılları” diyordu. Marksizmin tüm teorik metinlerine (revizyonist diye nitelenenler dahil) ve devrimin tarihine dönmenin tam sırası” demişti, birkaçımız dışında ‘insanın dönüştürülmesi’ üzerine içtenlikle düşünen, yenilgi yılları okulundan takdirnameyle mezun olabilen çıkmadı.

“Öyle anlaşılıyor ki, yalnızca umut’a dayanan bir söylem artık yeterli sayılmıyor. Olumsuz öğeleri ve momentleri de içerebilen gerçekçi bir ütopya gerekiyor. Her yanından çatırdayan, eklem yerleri kırılan bir dünyada tümlüklü bir bakış açısı ve çelişkisiz bir toplum imgesi, inandırıcı olmaktan çıktı. Bu noktada Frankfurt Okulu’nun kimi önermelerinin yararlı olabileceğini sanıyorum. Siyasal yönden ilericilik ile kültürel yönden kötümserliğin birliği” demişti Ahmet Oktay.

Gerçekçi ütopya, bizlere vasiyeti olsun. Her yanından çatırdayan, eklem yerleri kırılan bir dünyada onun yokluğunu sahiden hissedip varoluşuyla kattıklarını anlamlandırabilecek bir yetkinlik düzeyine erişmek de borcumuz.