Dışarıyla korkutulup içeri kapatılanlar, zihnen ve bedenen ölmüşlerdir. Ancak açık hava diriltebilir. Dışarı açılmanın bir yolu olmalı

Ölüler evinde delik korkusu

Dışarısı çok sıcak. Dışarısı çok kirli. Dışarısı çok gürültülü. Dışarıda yabancılar var. Dışarıda dış mihraklar. Tüm olumsuzluklar dışarıda. İçerisi öyle mi? Dışarının tam karşıtı. İçeride her iklim sıcaklığını ayarladığımız klima var. İçerisi çok temiz. İçerisi sessiz. İçeride sen, ben, bizim oğlan. İçeride iç mihraklar. Dışarısı kaos, içerisi kozmos. Dışarısı rastlantıların alanı, içeride saat gibi işleyen bir düzen var. Dışarıdakiler içeridekilerin huzurunu, mutluluğunu kıskanıyorlar.

İçeri ve dışarıya dair anlatılar karşıtlıklar üzerine kurulu. İçeriye hep olumlu, dışarıya hep olumsuz anlamlar yüklüyoruz. İçeri ve dışarısı ayrımında düzen takıntılı bir kişinin dışarıya takındığı düşmanca tavrı görüyoruz. Peki içerisi ya da dışarısı anlatıldığı gibi mi? Hiç içerinin boğucu havasında nefessiz kalıp dışarıya, açık havaya çıkmak arzusu hissetmediniz mi? Her şeyin tıkır tıkır işlediğine göre dışarı çıkmak arzusu da neyin nesi? Yoksa dışarısı bize anlatıldığı gibi değil mi? Kim kuruyor bu içeri ve dışarı kurmacasını? İçerideki hep aynının dönüp durduğu boğucu düzen de neyin nesi? Bu düzen kimin düzeni? Saat gibi tıkır tıkır işleyen bir düzen kurmak isteyenin kim olduğu, saatin guguğundan belli; baksanıza her saat başı nasıl da ötüyor.

Tüm olumsuzluklar dışarıda olduğuna göre tedbiri elden bırakmamalı, sızabilir ve içerideki saati bozabilirler. Sınıra daha yüksek duvarlar örmek gerek, pürüzsüz duvarlar. Duvarlar hiçbir gözenek barındırmamalı; en küçük gözenekten, iğne deliğinden bile sızabiliyorlarmış içeri. Yüzeylerdeki delikler, gözenekler korkutuyor içeridekileri; deliksiz, gözeneksiz parlak yüzeyleri, duvarları sevenlerin çoğaldığı bir çağda yaşıyoruz; deliklerden korkanlar var. 2005’te internetteki bir tartışma platformuna katılanlar bu delik korkusuna bir ad verdiler: Tripofobi (Trypophobia). Yun. ‘tripa’, delik, oyuk anlamına geliyor; tripofobi, delik korkusu. Amerikan Psikiyatri Derneği’nin Tanı ve İstatistik El Kitabı’nda bir tanı olarak yer almamasına ve bilimsel literatürde kabul görmemesine karşın bu korku, internet bloglarında ve forumlarında tartışılanlara bakılırsa binlerce insanı ilgilendiriyor. Evrimsel nedenleri de olabilir; yeryüzünden kaçıp sığındığımız mağara duvarlarındaki deliklerler zehirli böcekleri ve yılanları barındırabilir. Ama pürüzsüz, parlak yüzeylere tapınma çağımızın semptomu. Dışarının korkunç kuvvetlerinden bizi ayıran steril, pırıl pırıl duvarlar.

Taştan, betondan duvarlar yetmeyebilir, sesten duvarlar da örmeli. Balililer ölünün başında hiç ara vermeden birkaç gün boyunca öyküler okurlarmış. Ölümü izleyen hassas günlerde, iblisler ölünün ruhunu ele geçirmesin diye. Ve birbirlerine okudukları öykülerle sesten duvarlar örer ve öyküler birbiri üzerine kıvrıldıkça, merkezinde ölünün yer aldığı, sesten bir labirent inşa ederlermiş. İblisler köşeleri dönemedikleri için ses duvarlarına çarpacak ve ölüye ulaşamayacaklar. Dışarıya sürdüğümüz yaşamın içeri girmesini önlemek için biz de içeride televizyonun, müziğin sesini açarak ya da durmadan konuşarak sesten duvarlar örüyoruz. Ruhumuzu, bedenimizi, zihnimizi yaşamın kuvvetleri ele geçirmesin diye. Sonra da yaşadığımızı iddia edebiliyoruz ve düşündüğümüzü; oysa yaşamak dışarı ile diyalog kurabilmektir; dışarısı ile içerisi arasında bedenimizle, sözcüklerle, imgelerle, kavramlarla mekik dokumak. Mekik dokumadan düşünemezsiniz. Dışarıyla korkutulup içeri kapatılanlar, zihnen ve bedenen ölmüşlerdir. Ancak açık hava diriltebilir. Dışarı açılmanın bir yolu olmalı.

Marcel Proust’a göre “ancak sanat aracılığıyla dışarıya açılabiliriz”. Biz, içeridekiler açılamıyoruz, açıklıktan, delikten korkuyoruz çünkü; algılarımız tek dünyaya kilitli. Ve ekliyor Proust: “sanat sayesinde, sadece bir tek dünya, kendi dünyamızı değil, çeşitli dünyalar görürüz.” Tek bir dünyanın olmadığını, ne kadar canlı türü varsa o kadar dünya olduğunu hayvan davranış bilimci Uexküll de söylüyor. Ama bir tür olarak insan algılarını açabilir ve başka dünyalara açılabilir; tenimiz gözenekli. “İnsandaki en derin şey deridir” diyor Paul Valéry. Ama derimizi de parlak, pürüzsüz, gözeneksiz bir yüzeye dönüştürdük; dışarıya, farklı olana açılmaktan korkuyoruz çünkü. Yaşam korkusu!