Babamlara ait olan tarla aslında tüm köye aitti, herkese ait tarla aslında bir kişiye aitti, sınır bilmezlerdi, kadastro şu son çeyrek yüzyılda gelip girdiğinde başladı kavgalar, mahkemeler, müstantikler, haritalar, o taş sınırdı, şu ağaç şindordu lafları, gırla gitti. Tarla desen bir uçurumun ucunda bir iki dönüm güneşte kavrulmuş ot yığını, üstünde iki üç tane erik ve elma ağacıydı, ama düğünler, cemaatler, atışmalar, muhabbetler orda, eski zamanları görmüş bir yaşlı ağacın altındaydı, tarlanın az ilerisinde eski bir mezarlık, sessiz ve saygılı ölüler köşede dururdu. Tarla köydü, ekmeğini topraktan çıkardığın, karnını doyurduğun yerdi, hayatın kaynağı, bir dolu dünyaydı. Köylü için iki keçinin yanında, tarla asıl üretim aracı, vatandı.

Bir seneden fazladır süren iç savaşta binlerce genç öldü gitti, ağıtları bir gün duyulmadı, gözyaşları bir yere akmadı, ölenin yerini ertesi gün ölen aldı sadece, şehitler ağacına yeni künyeler, ajans haberlerine iki üç cümle hikâyeler eklendi, ülkeyi tek başına yöneten, hiçbir şahsa, zümreye, daireye hesap vermeyen, işi gücü tehdit olan, kırmızı çizgimiz, vatanımız, devletimiz, diye atıp tutan zat, herkesin yüreği ölenlere yanarken, kan gürül gürül akmazsa üstüne, vatan yalnızca tarladır, deyiverdi.

Geldik bugüne. Komünizme karşı daha iyi savaşsın diye, soğuk savaş zamanlarından bu yan devletin içine yerleştirilmiş binbir cemaatten birisi, adına Fetullahçılar denen güruh, komünizm artık bir tehlike olmaktan çıkınca, bu defa solcuyu, Atatürkçüyü, laiki, KCK’liyi, Cumhuriyetçiyi derdest ettikten sonra sıra eski iş ortağına geldi. Jetler kalktı, köprüler kesildi, cemseler salındı, erkenden durumu haber alan hükümet de tabii boş değildi, karşı hamlelere girişti. Bir gecelik muharebenin bilançosu yine çok kanlıydı.

Altmış iki polis, beş asker, yüz yetmiş üç sokaktaki insan vuruldu, bin otuz beş kişi yara aldı, hükümet toplam iki yüz kırk kişiye şehitlik unvanı verdi, ölenlerin yakınına üç bin iki yüz lira maaş, her cana karşılık seksen sekiz bin lira tazminat bağlandı, adlarına köprü adı değiştirildi. On Beş Temmuz bir anı gününe çevrilecekmiş, hükümet bunu istedi.

Cemaatçi gruptan özellikle askerlere, polise, yargı görevlilerine, devlet memurlarına saldırıya geçen hükümet, çok sayıda askeri öldürdü, sokakta dilleri tekbirli, elleri pompalı güruhlar bir sabah vakti erlerin boğazını kesti, boğazın serin sularına atmaya kalktı, bu kimvurduya gidenlerin kaç kişi olduğunu bilen dahi yok, cesetleri götürülüp bir yere gelişigüzel atıldılar, İstanbul’un belediye reisi kalktı hepsini hain ilân etti, mezarlarına da hainlerin yeri adı verildi. Kalanlar hapishanelere dolduruldu, iki önemli hain adında Anayasa yazan ülkenin en yüksek mahkemesine üyeydiler, ters kelepçeyle, üstlerinde beyaz bir donla sorgulandılar, bazı askerler hayvan çiftliğine atıldılar, kimilerine tıpkı 12 Eylül’deki gibi copla tecavüz bile edildi, toplu işkence mekânına dönüşen her yer aslında birer Guantanamo adasıydı.

Ülkenin bir yanında dini törenle uğurlanan ve cennete gidecekleri vaaz edilenler, öte yanında ise hainler diye bir avuç toprak bile kendilerinden esirgenenler vardı. Bir annenin oğlunu bahçesine gömdüğü haberi alındı, bir hükümet yetkilisi, hainlerin mezarlarına hep tükürün deyiverdi, ülke kahramanlar ve hainler diye bölünmüş bir ölüler tarlası haline geldi. İki eski kardeş, iki keskin düşman oldu.

Tam bu sırada, ölüleri kefensiz gömülmüş, dirileri bir yas tutamamış, toprak altında kimliksiz ölülerin yattığı ünlü bölgesinden bir haber geldi, kırk iki yaşında Erkan Doğan bir silahlı örgütçe kurşuna dizilmişti. Tıpkı gözaltındaki sıradan erlere, yüksek mahkeme üyelerine, polislere, gazetecilere, alt kademe devlet memurlarına yöneltildiği gibi ihanet suçlaması yöneltilmiş, üç kurşunla canı alınan Erkan, bir eski tarlanın kıyısında, bir sessiz köy yolunun kenarına bırakılmıştı. Ankara’daki, İstanbul’daki gibi bir işkence tezgâhından kuşkusuz geçmedi Erkan, ama genç bir insan öldürüldü, bir geceyarısı vadiden dışarı atıldı, kimselerin bilmediği Çet vadisinden kaçırılan, kimselerin sesini işitmediği, ölümünü sadece daldaki kuşların gördüğü bir insan işte böyle yitti.

Ölüler tarlasıydı ülke, dökülen onca kanın, düşen onca canın bir türlü vatan yapmadığı.