Seethaler’in ‘Toprak’ta kurmacanın hazzını yaşadığını ve yaşattığını söyleyebiliriz. Gerçekle hayal arasına müphem bir sınır çizen yazar, anlatıcıyı kuklası haline getirerek bizi deliliğine ortak ediyor

Ölülerin konuştuğu diyar: Toprak

BATUHAN SARICAN

Çocukluğumdan beri ne zaman bir mezarlığa gitsem aklıma hep şu soru gelir: “Ölüler konuşacak olsa ne anlatırlardı?” Robert Seethaler’in ‘DasFeld’ini (Toprak) okuduğumda bu tekinsiz soruyu sormakta yalnız olmadığımı anladım. Ölüler pekâlâ konuşabilir ve hatta roman karakterleri bile olabilirler. Nasıl mı?

TOPRAK’IN HİKÂYESİ

Seethaler, Paulstadt kasabasındaki mezarlığın ‘Toprak’ adı verilen bölümünde açar perdeyi. Hikâyenin gerçekle ilişkilendirilebilecek tek mekânı burası olsa da esas hikâye, toprağın altında, dünyanın merkezine doğru dallanıp budaklanır. Artık yaşamayan yirmi dokuz kasaba sakininin anlatımıyla bir kasabanın geçmişi gözümüzde canlanır; savaştan ve göçten nasibini alanlar, Tanrı’yı sorgulayanlar, Tanrı’yı sorgulayanı sorgulayanlar, kiliseyi yakanlar, halkı kandıranlar, kendilerini kandıranlar, kandıramayanlar, kaldıramayanlar, iyilik ve kötülüğü aynı anda içinde barındıranlar, utanmışlar, arsızlar… Kısacası biz; insanlar.

Yazarın yine Timaş etiketiyle yayımlanan ‘Bütün Bir Ömür’ eserindeki gibi ‘Toprak’ta da yalnızlık ve hafıza, ana izlek olarak karşımıza çıkar. Romanın, yazarın zihninin beyaz perdesi olduğunu düşünürsek biz de bu perdeye bakan seyirciler olarak onun zihninin odalarında gezer, ‘Toprak’ın ölülerini dinleriz; hepsi Paulstadt’ın eski sakinidir. Kimi eşini kimi dostunu anlatır, kimi itiraf eder kimi salt sayıklar. Geçmişe özlemi de içinde barındıran hikâyelerden oluşan bu bölümler, yitip gidene yazdığınız, adresine ulaşamayacak mektuplar gibi yalnızlık ve biçarelik hissi yaratır. Bu haliyle metnin genelini bir melankoli hali sarıp sarmalar. Sayfaları peşi sıra çevirirken kendimizi, mezar odalarına girip çıkan bir nevi ‘ölü terapisti’ gibi hissetmemize neden olur. Bir noktadan sonra bu hikâyeler, bir örümcek ağının ilmikleri gibi örülür zihninizde. Toprak, geçmişi yeniden yaşayan sakinlerinin nostaljisiyle yeşerir.

‘BENİ DUYABİLİYOR MUSUN?’olulerin-konustugu-diyar-toprak-743113-1.

Eserin kanlı canlı tek karakteri olarak sadece kitabın başında kendini gösteren anlatıcı (daha doğrusu dinleyici) ise düşünmenin hazzını yaşamayı seven, münzevi bir karakterdir. Her ne kadar aldığı nefesten mutluluk duyan tatminkâr biri izlenimi verse de kendi sokağında bile yabancılık duyan yapayalnız bir adamdır aslında. Kasabın vitrindeki yansımasına bakıp genç bir yüz görmek isterken yaşlı, boz rengi bir yüzle karşılaşır. Gençliği sanki anavatanıymış da kendisi yaşlılık diyarında bir gurbetçiymiş gibi sıla hasreti duyduğu izlenimi ediniriz bu sırada.

Her gün eğri kayın ağacının altındaki bankta oturup gözünü tam karşısındaki mezarlığa diker ve güneş batıncaya değin düşüncelere dalar; bir zamanlar tanıdığı, komşusu ve arkadaşları olan bu ölüleri hatırlar, yüzlerine zihninde yeni şekiller verir, sahneler canlandırır, kimi sesler duyar ve ‘Toprak’ı ölülerden mürekkep bir anılar kasabasına dönüştürür.

Onun bu derin düşünce anlarında mezarlıkta bazı sesler duyarız: “Beni duyabiliyor musun? Duyuyor musun beni?” Bir oğul veya bir baba ya da yaşlı bir kadın toprağın altından sesleniyordur, her bir karakterin hayatından kesitler sunan sahneler, birer yapboz parçasıymış gibi kasabadaki insan hikâyelerini bir araya getirir. Bu kesitler, kesişmeleri de içerir; bir önceki bölümde kendi hikâyesini dinlediğiniz Rahip Hoberg’e, bir sonraki bölümde konuşan Navid Al-Bakri’nin manavında meyve seçerken rastlarız sözgelimi.

KURMACANIN HAZZI

Robert Seethaler’in ‘Toprak’ta kurmacanın hazzını yaşadığını ve yaşattığını söyleyebiliriz. Gerçekle hayal arasına müphem bir sınır çizen yazar, anlatıcıyı kuklası haline getirerek bizi deliliğine ortak eder. Burada ölülerin konuştuğunu iddia eden anlatıcı size şu soruyu sorar: “Benim duyduğum sesleri siz de duyuyor musunuz?” Olumsuz cevap vermeniz mümkün değildir. Ne ki bir kitapta neyle karşılaşacağını bilmeyen ‘kurbanlar’ olarak teslimiyetçiyizdir, ipleri yazarın eline bırakırız. Bu sebeple ilk sayfadan itibaren yazarın zihninin misafiri olduğumuz için bulduğumuzu yemek zorunda kalırız. Gündelik hayatın deliliğinden kaçmak için sığındığımız edebi eserlerde, yazarın deliliğine sığınırız ve bu delilik, gerçek hayatta akıl sağlığımızı korumamızı sağlar. Ne ironi ama.

Yazar, üslup açısından Ferit Edgü’nün yaratıcı yazının sınırlarını zorladığı, toplumsal/siyasal bir olay üzerine 101 çeşitleme yaptığı ‘Yazmak Eylemi’ eserini ve kirli gerçekçi yaklaşımıyla Raymond Carver’ın hikâyelerini anımsatmakla birlikte tamamıyla özgün bir dil ve içerikle okura nitelikli bir edebi eser sunar. Yirmi dokuz ölüyü konuşturduğu her bölümde nevi şahsına münhasır karakterler yaratmakla beraber sıradan olanı, ilgi çekici bir sadelikle aktararak hikâye anlatıcılığındaki ustalığını da gözler önüne serer.

Klasiklere ya da uzun süredir okumaya cesaret edemediğiniz veya ertelediğiniz kitaplara karantina bahanesiyle gömüldüğünüz şu günlerde farklı bir okuma deneyimi yaşamak istiyorsanız ‘Toprak’ı okuyabilirsiniz. Eseri, Almanca aslından Türkçeye aktarmadaki başarısını, akıcı ve diri bir anlatımla perçinleyen Regaip Minareci’yi ve kitabın nitelikli yazınsal içeriğini göze hoş gelen kapak tasarımıyla taçlandıran Barış Şehriyi de tebrik etmeden geçmeyelim.

Özetlerden ve kitabı piç eden aforizmalardan haz etmesem de yazarın kalemiyle can verdiği ölülerden Annalie Lorbeer’ın şu sözü, ‘Toprakın sakinlerine dair az şey anlatmaz:

“Eskiden insandım, şimdi dünyayım.”