Ölüm denen sonun farkındalığına sahip tek canlı olan insan, ölüme duyduğu korku nedeniyle şiddetten daha da uzak durmaz mı? Ölüm korkusu, yaşam isteğine yol açtığından kişiyi olası risklerden uzak tutmaz mı?

Ölüm korkusu ve nefret suçu

Prof. Dr. Doğan KÖKDEMİR - kokdemir@baskent.edu.tr -Twitter: @dkokdemir

Herhangi bir zaman dilimi üzerinde kendisine yer edinen insan, geriye dönüp tarih basamaklarına baktığında farklı kişi ve grupların, ülkelerin, inançların diğerlerine - kendisinden farklı olana- yaşama olanağı tanımadığı bir dizi kavga, savaş ve dehşet görecektir. Biz nasıl geriye dönüp baktığımızda Haçlı Seferlerinden İkinci Dünya Savaşı’na kadar bir sürü tatsız manzara hakkında düşünüp konuşuyorsak, büyük ihtimalle bundan 100 yıl sonra da bu sefer başka insanlar bizim bugün yaşadıklarımızı benzer şekilde değerlendirecektir. İnsanlığın varlığı kadar eski olan şiddet, belki de insan yok olana kadar sürekliliğini koruyacaktır. Amerikalı yazar Ursula K. LeGuin, şiddetin her zaman “daha renkli” olduğunu söylerken pek de abartmıyor olan biteni. İlk insanların mağaralara çizdikleri resimlerin, çoğunlukla bir hayvanın avlanması ya da iki grubun birbiri ile kavgası ile sınırlı olması oldukça anlamlı.

Kısacası şiddet, resmedilebilir bir insan davranışı ve insan, bu davranışı sadece beslenmek, kendini korumak ya da aşırı korkuya verdiği bir tepki olarak değil, çoğu zaman “diğerini” yok etmeye, kendi varlığını kanıtlamaya bir araç olarak da kullanarak diğer canlıların davranışlarından ayrıştırıyor.

FARKLI GÖRÜŞLER GEREKLİ

Saldırganlık ve şiddetin altında yatan nedenleri anlamak için farklı alanlarda çalışan uzmanların analiz düzeyleri doğal olarak birbirilerinden farklı oluyor. Örneğin, bir iktisatçı için iki grup arasındaki anlaşmazlığın olası temel nedeni kıt kaynakların paylaşılmasıyken, bir siyaset bilimci “ötekileştirme” kavramının önemine işaret ediyor. Karmaşık insan davranışının nedenlerinin açıklanmasında kuşkusuz farklı bakış açılarına ihtiyacımız var; uygulanan kişi kadar uygulayana da zarar verme potansiyeli olan şiddet gibi bir davranış ise başlı başına karışık bir yapı. Ancak, özellikle 25 yıldır deneysel çalışmalar ışığında kendisine yer bulan Dehşet Yönetimi Kuramı, saldırganlık, şiddet, ötekileştirme, önyargı gibi davranışların daha temel bir nedenine işaret ediyor: Ölüm korkusu.

KONU O KADAR BASİT DEĞİL

Ölüm denen kaçınılmaz sonun farkındalığına sahip tek canlı olan insan, ölüme duyduğu korku nedeniyle şiddetten daha da uzak durmaz mı? Ölüm korkusu, bir yandan da yaşam isteğine yol açtığı için kişiyi olası risklerden uzak tutmaz mı? Deneysel çalışmalar gösteriyor ki yanıt sandığımız kadar basit değil. Eninde sonunda öleceğini bilen insanın belki de asıl korkusu “değersiz” ya da “anlamsız” ölmek. Bu nedenle, hiç değilse sembolik olarak ölümsüzlük peşinde koşmuyor muyuz? Kimimiz çocuk sahibi oluyor, bazılarımız sanatsal ya da düşünsel ürünler ortaya koyuyor, bazıları ise ismini tarihe şu ya da bu şekilde yazmaya çalışıyor. Bütün bu davranışlardaki nihai amaç, biz öldükten sonra da bizi konuşacak insanlar olmasını sağlamak ya da konuşulmamızı sağlayacak “eserler” ortaya koymak değil mi? Kendimizi bu dünya üzerinde “değerli” kılmak için harcağımız gayret, biz göremeyecek olsak bile, aslında bizim sonsuzluğumuza ciddi bir katkı. Tabii ki her insan bu dünya üzerinde değerlidir. Ancak, bir kısmımız kendi değerimizin kaynağını yine kendimizden alıp ölüm korkusu ile başetmeye çalışırken, diğer alternatifi seçenler de kendilerini değerli kılmak için bir grubun üyesi olmayı tercih edebilirler. Özellikle kişinin özsaygısını besleyecek yeterli kaynak çevrede yoksa, diğer bir deyişle kişi, örneğin temel ihtiyaçlarını bile karşılama konusunda yetersiz kalıyorsa, kendisini birey olarak bu dünyada yeterince değerli hissetmiyorsa, kendi yaşamı kendisine anlamlı ve değerli gelmiyorsa başka bir alternatif bulmak durumunda. Kültürel dünya görüşleri tam da burada kişinin imdadına yetişiyor. Tek başına hayatta değerli olmadığını düşünen kişi bir futbol takımının taraftarıyken artık daha değerlidir, kendisini etnik bir grubun üyesi olarak tanımladığında yalnız değildir ya da bir dinin inananı olduğunda sadece bu dünyada değil ölümden sonra da kendisine bir anlam bulmuştur. O, artık değerli bir grubun üyesi olduğu için otomatik olarak değerlidir.

Varoluşsal değerini bir grubun üyesi olmaya bağlayan iki kişi karşı karşıya geldiğinde ve eğer her ikisinin de kültürel dünya görüşleri birbirilerinden farklıysa işte o zaman saldırganlık ve şiddet için zemin hazırlanmış olur. Çünkü, birbirine zıt iki dünya görüşü aynı anda doğru olamaz. İki futbol takımının ikisi birden “en iyi” değildir, bir etnik grup diğerinin varlığını inkar edip sonra birdenbire onu karşısında gördüğünde ne yapacağını bilemez ya da Tanrı inancı farklı olan iki din aynı anda doğru olamaz. “Ya ben değil de onlar haklıysa?”, “Ya onların inandıkları şey doğruysa?” soruları kendisini birey olarak değerli hisseden insanlar için çok da önemli olmayabilir ama bütün özsaygı mekanizmalarını bir grubun üyesi olmaya bağlayan bir kişi için yukarıdaki sorular korkunç çelişkileri içinde barındırır. Eğer şanslıysa (ve biz de şanslıysak), bireyin kendi kültürel dünya görüşü ile ilişkisi yine kendi içinde kalır; kendi kültürel dünya görüşü ile de karşı görüşle de barışıktır. Sadece o farklılığın keyfini çıkarmaya karar verir. Ancak eğer o kadar şanslı değilse (ve biz de şanslı değilsek) en basit yolu denemeye karar verir: Madem iki kültürel dünya görüşü aynı anda doğru olamaz, o zaman bir tanesini ortadan kaldırırım ve “tek yol”u benimki yapabilirim. O yok olduğunda benim varlığımı sorgulayacak kimse kalmaz.

Kuşkusuz tablo her zaman burada çizildiği gibi olumsuz olmayabilir ancak şunu biliyoruz ki, insanların kendi yaşamlarını anlamlı kılma çabaları bazen diğer insanlarınki ile karşı karşıya gelebilir. İşte tam da bu noktada nasıl bir vaziyet alacağımızın hayati bir önemi vardır. Hem bizim için hem de diğerleri için.