Sevgili Hande’nin bizde kalan güzel hatırasına saygıyla...

Siyasi devri kapanmış, kaybettiği etkinliği sadece açık şiddete tahvil etmiş “fiili rejimin” seçim anketlerinde iki puan alabilmek uğruna bizleri sürüklediği uzun “ölüm mevsiminin” 1 Kasım’ı geliyor.


7 Haziran seçim sonuçlarını kabul etmeyen rejimin parlamenter sistemin “gereksizliğini” dayattığı bu dört ay, yani “başkanlık sistemi” ön tecrübesi tarihimizin en kanlı dönemi olacak.


Bu dönemin bir ucunda Suruç’ta havaya uçurulan 33 sosyalist insanımız, diğer ucunda ise 10 Ekim Ankara’da “kimse ölmesin Barış gelsin” dedikleri için canice öldürülmüş 102 Barış elçimiz duruyordu.


Geçen pazar İstanbul’da 115 metal dedektör ve 10 tane x ray cihazıyla üst güvenlikle kuşatılmış yas tanımaz siyasi iktidar bol gürültülü mitingi yaparken, Küçükarmutlu’da evlerine gelen polislere galoş giyin dediği için göğsünden vurulmuş Dilek Doğan son nefesini veriyordu.


Tersine çevrilmiş, güdümlü “adalet”; lince uğrayan oğlunun bedenine siper olan babaya ve evinde polis kurşunuyla vurulan Dilek ameliyata girince acil soruşturma açıyor, şehit cenazesinde sesi çıkan yakınlar için 16 yıl hapis cezası istiyor ve rejim güçlerinin işlediği suçları anında kurban ve tanıklara doğru yansıtırken canlı bombalara “1. sınıf hukuk devleti” konforu sunuyordu.


Öyleydi bu dönem Kürt çocuk başını canlı hedef sayan, muhaliflerin yönlendirilmiş IŞİD hücrelerince topluca patlatılmasını tebessümle izleyen, şehit cenazelerinde “daha fazla ölün” tiradı atan, parçalanmış vatandaşa gaz sıkan, ölü bedenleri aşağıladıkça kendi ilkel özünü yücelten, gerçekliğin baş düşmanı “Yeni Türkiye’nin” tam teçhizatlı gövdesiyle sahne aldığı tarih olmuştu.


Tabii ki faşizan devletin 1980’ler 1990’lar şiddet repertuvarını aşan “devşirilmiş” İslamcı- Kontrgerilla ve resmi aygıtların ortak açtıkları bu “savaş alanına” gömdükleri yüzlerce masum siville anılacaklardı.


Üstelik Türkiye’nin 2000’li yıllardaki 2. evre köktenci- neoliberalizasyon sorumlusu muhafazakâr şark kapitalistleri 13. yılın nihayetinde yapıştıkları altın varaklı mutlak iktidarı kaybetmeme adına giriştikleri merkezine şiddet ve Kürt nefreti yerleştirdikleri “faşizan kitle mühendisliği” çabaları onların vahim ve trajik sonunu geciktirmeye yaramayacaktı.


Bu dört ayda her bir günü katliam kayıt ajandası gibi işleten vatandaşlarına “katliamlardan katliam beğen” gözdağı veren bombalı saldırı linç, pogrom, yargısız infazın olağanlaştığı IŞİD vari vahşetin “vatanseverlik” sayıldığı rejim artık milli iradeye de itimat vermiyordu.

Yaratılan bu “kontrolsüz dehşetin çapı” trol-medya-liboş propagandist-mafyöz- lümpen besleme örgütlenmesi “kiralık” fanatikler dışında kalan “milli iradeye” de ürkütücü gelmiş olmalıydı.


Ölü sayısına endekslenmiş seçim anketleri yerinden kıpırdamıyordu.


Tırmandırılan “güvensizlik, korku ve dürtüsel infial” salyası köpüklü kalabalıkları seferber etse de “iç hukukun” kalmadığı, insanın “gerçekten” öldürüldüğü, iş yerlerinin kundaklanıp yağmalandığı bu yanık kokulu, toprağı kanlı balçık “yönetilemeyen” ülkede insan kalabilmenin imkanı da tükenmişti.


Başkent Ankara’nın merkezinde 102 canın katledildiği “öngörülmez” ve “ azmettiricisi dokunulamaz” felaket, saldırı ve sömürü haritası günü gelince onlara da yolda, hastanede, okulda, durakta, işyerinde yakaladığı mahalde bin bir yüzlü şiddetiyle kast edecekti.


Ve umuyorduk ki, fiili rejimin her gün dindirilmez nefret ve battal boy yalanlarla parçaladığı toplumsal bağlarla onları sürüklediği yerde toplum olmaktan çıkartılmış zamanın ötesine düşmüş, çaresiz-arkaik güruhlaşmayı bugünden görsünlerdi.