Aslında gördüğümüz bir yandan da şu: Onat Kutlar, şairlik, denemecilik, öykücülük, sinemacılık gibi farklı disiplinlerde emek veren, aynı zamanda ürettiklerinde elini sağlam kuran bir kuşağın son temsilcilerindendi

Ölüm ne çok yaşadığımızda!

EREN AYSAN

2009 yılında İstanbul’da bir babalar gününde gerçekleştirilen ve siyasi cinayetlerde yaşamının önü kesilen aydınların çocukları olarak katıldığımız “Benim Babam Bir Kahramandı” etkinliğinden sonra kendi içimizde toplantılar yapmaya başladık. Bir süre sonra da, adalet arayışlarımızda uğradığımız haksızlıklara rağmen cinayetlerin ardındaki örgütlü ve karanlık güçleri açığa çıkarabilmenin yolu ortak çaba gerektirir, düşüncesiyle sık sık bir araya gelir olduk. Bu süreçte ruhlarımızın, akıllarımızın ne kadar çok birbirine benzediğini sevinçle ve gururla görürken gözlerimizde aynı kederi taşımanın hüznü de bizi yakınlaştırıyordu kuşkusuz. İlk toplantılarda daha çok pencere yakınında duran, ince yüzündeki acıyı sesiyle birleştiren Filiz abla, Onat Kutlar’ın dizelerinden fırlamış gibiydi: “Külrengi bulutlarıyla güz güllerinin / sevdiğim İstanbul gibisin!” Öte yandan Özgür (Mumcu) başından beri haklıydı: “Bu masanın etrafında bizim değil babalarımızın oturması gerekirdi!” diyerek!

Filiz abla, kalanların yeryüzündeki masasının etrafında yan yana düştüğümüz bir aralık anlatmıştı sevdiği Onat’ı kaybedişinin öyküsünü: “Dünyanın en güzel sabahında uyanmış gibiydim, Eren. Evlilik yıldönümümüzdü. Beşinci yılımız… Onat bana, ‘hayatım boyunca hiç bu kadar mutlu olmadım, içimden sanki berrak bir nehir akıyor’ demişti. Akşam, The Marmara Oteli’nde buluşacaktık. Sigarayı bıraktığı için daha çok kafede buluşur olmuştu arkadaşlarıyla. Saat yediyi biraz geçe uzaktan baktım kafeye. Kapkaranlıktı… ertesi gün yılbaşı, servis hazırlığı var diye düşündüm. Koşa koşa eve geldim. Bir baktım Onat evde de yok! Nasıl olur? Birlikte yemeğe gideceğiz. Sonra telefon mesajları. Ceketinin cebinden bana aldığı hediye çıktı!”

Bense Filiz abla konuşurken edebiyatımızın en özgün kitaplarından biri olan İshak’ı düşünüyorum: O canım öykülerini…

“Horozlar”ı, “Hadi”yi, “Yunus”u, “At Cambazları”nı… İshak’ta yer alan dokuz öykünün çocuk gözüyle yazılmış olması zaman zaman gerçekdışılığı başkalaştırıyor, gerçeküstü olana doğallık, saflık veriyor sanki. Dahası Kutlar, en olmadık ânı bile bir gerçeklik düşüncesi ile birleştiriyor:

“Büyükannem o tedirgin uykusunu böldü. Yüzünü dışarı çevirdi. ‘Yağmur yağıyor’ dedi. ‘Dışarı çıkarın beni.’ Büyükannemin sözlerini duyunca komuşunun ağzı açık kaldı. Başını iki yana salladı. Lahavle çekmek istedi. Ama şaşkınlıktan başka bir kelime çıktı ağzından. Gürültüyle; ‘Abdülhamitttt!’ diye bağırdı.”

Öykülerin hemen hepsinde dünyayla sorunu olan ilginç insanlar çıkıyor karşımıza. Bununla birlikte sanki dünyayla uyum içinde olabilmek adına kocaman çaba sarf ediyor her biri! Ya, “Kül Kuşları”nda dünyanın bütün yükünü omuzlanan küçük kızın annesinin ölümünü öğreniş hikayesi… Postacı mektubu getirdikten sonra ölüm ne kadar kolayca, çarçabuk dillendiriliveriyor. Ölüm ne kadar çok yaşadığımızda!

Bir başka etkinlik hazırlığı içindeyiz; gösterimdeki Onat Kutlar bölümünü tamamlamaya çalışıyoruz. Doğan Öz’ün kızı çocukluk arkadaşım Bengi’ye, “Acaba, “Kül Kuşları”ndan bir bölüm alsak, nasıl olur? ” diyorum. Bengi, “Olur, danışalım! Oğlunun numarası var bende… adı: Gazel” deyince, ağzımdan “Öyküdeki küçük kızın da adı Gazel!” sözcükleri dökülüveriyor. Filiz Abla o aralık yurt dışında sanırım. Bu arada Mazlum (Çimen) gelmiş yanımıza, kendine sert bir kahve söylemiş. Bengi coşkuyla ona Kül Kuşları ile Gazel’in hikâyesindeki ortaklığı anlatıyor. Mazlum ise kendi hikayesinde, yaşıyor: “Kavacık’ta bir yerlerde oturuyoruz. Onat abi de orada. Anlıyorum ki bir çocuğu daha olacak… Gazel’den sonra. ‘Onat abi, bir oğlun daha olursa benim adımı koysana! Benim adım çok az!’ deyiveriyorum! ‘Tamam, Mazlumcum’ diye yanıtlıyor beni. Sözünü tutuyor!” İşte şimdi gülüşümüz buruk! Yarım!

Sonra onun “Turgut”a yazdığı dizelerde karar kılıyoruz: “şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin / unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz / ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından / ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım / durmadan düşünüyorum, ne çok öldük yaşamak için”

Aslında Onat Kutlar ile ilgili bir bölümü ele alırken sorduğumuz soru, “Hangi Onat?” olmalı! Öykücü mü? Şair mi? Çevirmen mi? Denemeci mi? Sinemacı mı? Yüksek sesle rahatlıkla söyleyebiliriz: Hepsi! Belki de bu nedenle bir alanın üzerine basmadan bir yaşamı gösterme sancısı bizi kararsız bırakıyor. Çaresisiz! Kaybımız çok büyük!

Aslında gördüğümüz bir yandan da şu: O, şairlik, denemecilik, öykücülük, sinemacılık gibi farklı disiplinlerde emek veren, aynı zamanda ürettiklerinde elini sağlam kuran bir kuşağın son temsilcilerindendi. Onlar, bugün neredeyse temel şartlardan biriymiş gibi dayatılan tek bir alanda uzmanlaşmanın tersine, birden çok alanda etki vahası yaratarak yaratıcılıklarını paylaştılar.
Dahası belki de adeta tek kimlikte pek çok alanda başarıya ulaşma edimini göstererek farklı disiplinlerden üretenlerin yan yana gelebileceğini göstermek, bu alışverişin verimliliğini paylaşmak istediler. Üstelik bu sorumluluk duygusunu aydınlanma bilincinin bir paydaşı olarak sunmak yine onlara düştü.

olum-ne-cok-yasadigimizda-233613-1.

Daha ağırı ise Kutlar, bu bilinci yok etmeye kararlı terörün kurbanı oldu! Öyle ya! İhanet şebekeleri teknolojiyi de yanına alarak aklı yok etmeye, yaratma olanaklarını geri işletmeye çalışır hep!

Bu kadar ölüm bize gelecek inancını yitirmemizi sağlamak içindi! Ama Onat Kutlar gibi tam aydınlar bize hayatlarıyla umutsuzluğa set çekmek için var oldular hep. Onun 1 Kasım 95’te yaptığı Aydınlar Dilekçesi savunmasında şunlar yazıyordu: “Sayın yargıç, ülkelerin ve toplumların tarihinde olağanüstü dönemler vardır. Bu dönemlerde ister savaşlar, ihtilaller, isterse sıkıyönetimler, otoriter yönetimler nedeniyle tam bir suskunluğun yaşandığı anlar olur. Parlemantolar ya yok olur ya da özel biçimlerde oluşmuştur. Siyasi partiler, sendikalar, dernekler, basın hepimizin bildiği ve kabul ettiği demokratik işlevlerini yerine getiremezler. Üniversiteler, meslek örgütleri ülke yönetimi ile ilgilenemez. Kısaca bu suskunluk dönemlerinde ülkede demokratik deneyim ve kamuoyu süreci işlemez. İşte bu dönemlerde siyasi ve demokratik birikime sahip toplumlarda bir ses yükselir. Bu ses kendini yalnızca bir siyasi yapının üyesi değil bir birey olarak da toplumun gidişinden sorumlu sayan tek tek aydınların sesidir.”

Bugün Kutlar’ın savunması bir déjà vu gibi ne çok şey hatırlatıyor bize. O, toplumsal olaylara, doğaya, varsıl yoksul çelişkisine, yöneten azınlığın yönetilen çoğunluk karşısındaki davranışlarına bakarken duyarlılıklarını besleyen ana kaynaktan, düşün kaynağından aldı gücünü. Sartre, “önemimizi Alman işgalinde anladık.” demişti. Bir yazarın ironik başkaldırısıydı bu sözler… Bugün aydın düşmanlığının en şiddetli hali yaşanırken her şeye rağmen bu büyük ustalara neden mi sığınıyoruz? Sait Faik, “dünyada tek namuslu insan varsa, onu aramaya, bulmaya mecburuz, mahkumuz” demişti. Arayışımız, bu yüzden. Çünkü bizim yangın söndürme ustalığımız Spartaküslerden, Bedrettin’lerden, Pir Sultan’lardan, Onat Kutlar’lardan geliyor.

NOT:30 Ocak 95’te The Marmara Oteli’ndeki terör saldırısında ( PKK üstlendi) yalnızca Onat Kutlar’ı değil nar çiçeği gülüşlü Yasemin Cebenoyan’ı da kaybettik. Kardeşi Cüneyt Cebenoyan, deyim yerindeyse Sinema Tek’te Onat abisiyle büyümüştü. Kaybı çok ama çok büyüktü. Yasemin’e Onat Kutlar’ın Celal Hosrovşahi’yle çevirdiği İran’ın Isfahan çinileri gibi isyankâr kadın şairi Furuğ’un dizeleri ne çok yakışıyor: “sen o aydın pırıl pırıl gökyüzüsün / ben bu kafeste bir tutsağım” Sen de seversin değil mi, Cüneyt?