Aziz Nesin’in çocukken döne döne okuduğum kitaplarından biri de ‘Borçlu Olduklarımız’dı. Nesin’in bildik mizah anlayışının dışında, Kurtuluş Savaşı’ndan yaşanmış sekiz olayın anlatıldığı, yakın tarihimizden izlenimler sunan kitapta emperyalizme karşı savaşımda hayatlarını hiçe sayanların öyküsü anlatılıyordu. Bellek çağrışımlar silsilesiyle bambaşka kapılar açar insana. ‘Zihin kuşları’ uçuşur ortalık yerde. Geriye bir tek kitabın adı kalır. Bunları niye yazıyorum? Süreçte bu güzelim coğrafyada yaşamlarının önü kesilen pek çok aydının yakını ‘borçlu olma’ noktasından çıkıp ‘alacaklı’ pozisyonuna dönüştürüldü de ondan.

İnce yüzündeki acıyı sesiyle birleştiren Filiz Abla, Onat Kutlar’ın dizelerinden fırlamış gibiydi: “Külrengi bulutlarıyla güz güllerinin/ sevdiğim İstanbul gibisin!” Yine bir aralık günü anlatmıştı sevdiğini, Onat’ı kaybedişinin öyküsünü: “Dünyanın en güzel sabahında uyanmış gibiydim. Evlilik yıldönümümüzdü. Onat bana, ‘Hayatım boyunca hiç bu kadar mutlu olmadım, içimden sanki berrak bir nehir akıyor,’ demişti. Akşam The Marmara Oteli’nde buluşacaktık. Saat yediyi biraz geçe uzaktan baktım kafeye. Kapkaranlıktı… ertesi gün yılbaşı, servis hazırlığı var diye düşündüm. Koşa koşa eve geldim. Bir baktım Onat evde de yok! Nasıl olur? Birlikte yemeğe gideceğiz. Sonra telefon mesajları. Ceketinin cebinden bana aldığı hediye çıktı!” O meşum gün Kutlar’ın hemen yan masasında öldürülen güzelim Yasemin Cebenoyan genç bir arkeologtu. Abisi Cüneyt de, Onat Kutlar’la SinemaTek’te omuz omuzaydı. Cüneyt de siyasi cinayetlerde yaşamının önü kesilen aydınların ailesinin bir parçası olmuştu böylece. Onun hayatındaki tek trajedi değildi bu. Geçtiğimiz yaz yaptığı korkunç kazanın ardından daha geniş kitlelere ulaştı, annesi, babası ve evladını da çürük bir yapılanma sonucunda depremde yitirdiği. Zekiydi, çevikti, gözü karaydı. İnandığı doğruları vardı. Onlar uğruna hiç başını sonunu düşünmeden dövüşürdü. İsteseydi ailesinin ona sağladığı, kendisinin de üstüne eklediği eğitimle mor binliklerin arasında yüzerdi. Hiçbirine tevessül etmedi. Onca acıya rağmen ayakta kaldı. Belki de onun ayakta duruşunu bir parça da sanat sağladı.

Her yıl yeni yılda ve Onat Kutlar’ın ölüm yıldönümünde Cüneyt’le ayrı şehirlerde olsak da yan yana olduğumuzu bilirdik. Bu sene ilk defa Cüneyt yok. Onsuzuz, derin sancılar içinde.

Her zaman kendi aramızda Onat Kutlar’la ilgili şu satırları konuşurduk: O, şairlik, denemecilik, öykücülük, sinemacılık gibi farklı disiplinlerde emek veren, aynı zamanda ürettiklerinde elini sağlam kuran bir kuşağın son temsilcilerindendi. Onlar, bugün neredeyse temel şartlardan biriymiş gibi dayatılan tek bir alanda uzmanlaşmanın tersine, birden çok alanda etki vahası yaratarak yaratıcılıklarını paylaştılar. Dahası belki de adeta tek kimlikte pek çok alanda başarıya ulaşma edimini göstererek farklı disiplinlerden üretenlerin yan yana gelebileceğini göstermek, bu alışverişin verimliliğini paylaşmak istediler. Üstelik bu sorumluluk duygusunu aydınlanma bilincinin bir paydaşı olarak sunmak yine onlara düştü.

Daha ağırı ise Kutlar, bu bilinci yok etmeye kararlı PKK terörürün kurbanı oldu! Öyle ya! İhanet şebekeleri teknolojiyi de yanına alarak aklı yok etmeye, yaratma olanaklarını geri işletmeye çalışır hep! Bu kadar ölümse bize gelecek inancını yitirmemizi sağlamak içindi! Ama Onat Kutlar gibi tam aydınlar bize hayatlarıyla umutsuzluğa set çekmek için var oldular hep. Onun 1 Kasım 95’te yaptığı Aydınlar Dilekçesi savunmasında şunlar yazıyordu: “Sayın yargıç, ülkelerin ve toplumların tarihinde olağanüstü dönemler vardır. (…) İşte bu dönemlerde siyasi ve demokratik birikime sahip toplumlarda bir ses yükselir. Bu ses kendini yalnızca bir siyasi yapının üyesi değil bir birey olarak da toplumun gidişinden sorumlu sayan tek tek aydınların sesidir.”

Bugün Kutlar’ın savunması bir déjà vu gibi ne çok şey hatırlatıyor bize. Sartre, “Önemimizi Alman işgalinde anladık” demişti. Bir yazarın ironik başkaldırısıydı bu sözler… Bugün aydın düşmanlığının en şiddetli hali yaşanırken her şeye rağmen bu büyük ustalara neden mi sığınıyoruz? Sait Faik, “Dünyada tek namuslu insan varsa, onu aramaya, bulmaya mecburuz, mahkûmuz” demişti. Arayışımız, bu yüzden. Haksız mıyım canım Cüneyt?