Üç beş gün geçireceğimiz şu yeryüzü ne olumsuzluklarla dolu… Bizi öldüren, bireysel toplumsal her türden çekilen acılar; sağlık, beslenme, çevre gibi bir sürü koşullar da unutulmaksızın… Öyle, örneğin benim gibi “yaş 70” iş bitmiş değil… Diğer kimileri gibi o da bir savsöz yumurtlayacak ya, Longfellow’un dediğine bak: “Gençler ölebilir, ama yaşlılar ölmelidir.” Ölümün yaşı başı yok, dedik ya nedenleri var, bir de felsefesi ki ağırlaştırılan içeriğiyle zorluklarla dolu Bauman’ın “Ölümlülük, ölümsüzlük” kitabına bir göz atabilirsin belki ve varsa hevesin ölümsüzlüğe, bakmazsın ona bir kez daha yan gözle bile…

Büyük adamlardan kimi deyişler:

“Ölümden niye korkacağım ki? Ben varken o yoktur, o gelince de ben olmayacağım. (Montaigne)”

“Ölüm gelecek diye acı çekmek en büyük aptallıktır. Ölüm varken biz yokuz. Biz varken ölüm yoktur. Onunla hiç karşılaşmayacağız. (Epiküros)”

“Cenaze alaylarının safahat ve gösterişi, ölülere saygıdan çok dirilerin benlik hırsı ile ilgilidir. (La Rochefoucauld)”

“Ölmek ya da öldürmek yakamızı hiç bırakmayan düşüncelerdir. (Octavio Paz)”

“Yaşamla baş edemiyoruz yine de sonsuz bir yaşam diliyoruz. (Anatole France)”

“Filozofların tüm yaşamı ölüm üstüne düşünmedir. (Cicero)”

“Ben giderim adım kalır, dostlar beni hatırlasın. (Aşık Veysel)”

Kızılderili aşkımı özlüyor, gençliğime dönüyorum:

Ateş yaktığımız kumsaldan iki üç taklayla yuvarlanarak kıyıya, dalgaların önüne kata kata sürüklediği köpüklerin içinde, kırık midye kabuklarının deniz minarelerinin üstünde, yatar bulduğumda kendimizi, sonra gelgitlerle yıkanan bedenlerimizi dikleştirdiğimizde, ve göğsüme dayandığında, ve ince uzun elleriyle arkadan nasıl yapılacağını gösterdiğinde “bu Kızılderili örgüsü”: İlk tümce… ve onu bacaklarımın arasına kıstırarak, beline uzanan saçlarının aralarına girmiş yosunları ayıklayıp, sularını sıkıp ikiye ayırıp örmeye başlayarak, üstümüzde yükselirken ay, ve ıslıklı ne mırıldandığını sormadan dediğinde “Cheyenne türküsü”: İkinci tümce... kalan küllerdi yalnızca, ve sönmüş ateşin başında kurumaya bıraktığımızda ıslaklığımızı, titreşerek, sabahın ayazında sıkıca sokularak birbirimize, hiçbir tümce... ve bulutlar açıla gelerek günün kızıltıları düştüğünde, dallara asılı giysilerimizi giyerken zeytin ağaçlarının arkasında…

Onu nasıl yitirdim sorma, anlatsam bitmez öyküsü. Önce sağa sola deli danalar gibi koşturmuştum. Neredeydi? Bense günlerce kıyıda aynı yerdeydim aynı saatlerde. Bir gelse… “Açıklara doğru kulaç atarız, kaçırmam seni bu kez, nerelerdesin Cheyenne?” Ay küçüldü, yıldızlar parlaklaştı, kabaran dalgaların sesi kaldı, güze doğru... Sonra bir daha gitmedim oraya…

Ama elli yıl sonra aynı yerdeyim şimdi; kapalı bir gün, midye yosunlar değil, ölüm kokusu sinmiş her yere ki bir ses geliyor Deniz’den, onun ölümle ilgili sözleri… Yeniden izleyebilir miyim, bilmem, son dolunay da çekip gitmiş, gökyüzü bomboş derken karanlığı aydınlatan bir şimşek çakıyor uzaklarda bulutların ardında:

“Ölüm nereden ve
nasıl gelirse gelsin...
kulaktan kulağa yayılacaksa,
ve silahlarımız elden ele geçecekse
ve başkaları mitralyöz sesleriyle
ve de savaş ve zafer naralarıyla
cenazelerimize ağıt yakacaksa
ölüm hoş geldi, safa geldi. (Che)”